6 Şubat 2008 Çarşamba

EDEBİYAT ÇALIŞMA SORULARI

EDEBİYAT ÇALIŞMA SORULARI
1.Shakespeare’in Macbeth adlı eserinin etkisiyle yazılan eser hangisidir bu eseri kim yazmıştır?2.İlk resmi gazetenin adı nedir? takvim i vekayi
3.İlk makalenin adı nedir kim yazmıştır? Tercüman-ı Ahval Mukaddimesi
4)Recaizade M.Ekrem’in şiirle ilgili görüşlerini yazdığı 4 eserin adını yazınız talim-i edebiyat
5.Ziya Paşa’nın yeni şiiri savunduğu eserinin adı?
6)Ziya Paşa’nın eski şiiri savunduğu eserinin adı?
7.Lehçe-i Osmani kimin eseridir? Ahmet Vefik Paşa
8.Kamus-u Türki kimin eseridir? ŞEMSEDDİN SAMİ
9.Tanzimat 2. dönemde üstad olarak bilinen şair kimdir?
10.Ebul Laklaka ,Batak Ese, Atak Köse hangi eserin kahramanlarıdır şinasi
11.Şinasi’nin çevirilerini topladığı eserinin adı nedir?
12.Tanzimat Döneminde Terkib-i Bend Terci-i Bend şairi olarak bilinen kişi kimdir? Ziya Paşa
13.Tanzimat edebiyatında batılılaşmanın en büyük temsilcisi kimdir? ŞİNASİ
14.Muallim Naci’nin şiir kitaplarının adını yazınız? (3 tane)
15.Tanzimat Döneminde yazı makinesi adıyla bilinen kişi kimdir?
16.Edebiyatı “bilimsel bilgileri insanlara anlatmaya araç olarak gören kişi kimdir?
17.Batı tekniğine uygun ilk tiyatro eserimiz hangisidir? Şinasi / Şair Evlenmesi /
185918.Şinasi ve Ahmet Vefik Paşa hangi edebi akıma bağlıydılar?
19. Edebiyatımızda bildiri ile yazı hayatına başlayan edebi topluluk hangisidir?
20.Ziya Paşa’nın siyasi eleştiri eseri hangisidir? Tahrib-i Harâbât
21.N.Kemal’in Ziya Paşa!yı eleştirdiği iki eseri?
22.Demdeme kim tarafından kime karşı yazılmıştır?
23.A.Mithat’ın hikayelerini topladığı eserinin adı?
24.Yedi meşalecilerin tümü şair,sadece 1 tanesi hikayecidir kimdir o?
25.Ömer Seyfeddin’in roman türündeki eserinin adı?
26.Nadide kimin eseridir?
27.Halide Edip’in psikolojik romanlarının adı nedir?
28.Tevfik Fikret,Mehmet Akif ve Yahya Kemal’in ortak özelliği nedir?
29”Sokağın anahtarına sahip olan”(yani sokakları çok iyi anlatan)kişi kimdir?
30.Servet-i Fünun’da tabiatı en geniş işleyen şair kimdir?

Edebiyatımızda noktalama işaretini, ilk kez Şinasi “Şair Evlenmesi” nde kullanmıştır.
Edebiyatımızda ilk çeviri roman, Kamil Paşa’nın yaptığı Telemak’tır.
Edebiyatımızda ilk roman, Taaşşuk-u Talat-ı Fitnat’tır.
Edebiyatımızda ilk köy romanı, Nabizade Nazım’ın “Karabibik” adlı eseridir.
Edebiyatımızdaki ilk realist romancı Recaizade Mahmut Ekrem’dir.
Edebiyatımızdaki ilk realist roman Araba Sevdası’dır yazarı Recaizade Mahmut Ekrem’dir.
Edebiyatımızda ilk edebi roman, Namık Kemal’in “İntibah” adlı eseridir.
Edebiyatımızda ilk psikolojik roman, Eylül’dür (Mehmet Rauf)
Edebiyatımızda ilk tarihi roman, Namık Kemal’in “Cezmi” adlı eseridir.
Edebiyatımızda ilk kadın romancı Fatma Aliye’dir.
Edebiyatımızda ilk makaleyi Şinasi yazmıştır. (Tercüman-ı Ahval Mukaddimesi)
İlk tiyatro Şinasi’nin Şair Evlenmesi’dir.
Edebiyatımızdaki ilk pastoral şiir A.Hamit Tarhan’ın Sahra adlı şiiridir.
Edebiyatımızdaki ilk psikolojik roman denemesi Nabizade Nazım’ın Zehra adlı eseridir.
Edebiyatımızda çoçuklar üzerine yazılmış ilk eserler Nabi’nin Hayriye’si ve Sümbülzade Vehbi’nin Lütfiye’sidir.
Edebiyatımızdaki ilk eleştirmen Namık Kemal’dir.
İlk çoçuk yayınımız ise Eftal ve Mümeyyizdir.(1869)
Türk Edebiyatı’nda bilinen ilk çocuk gazetesi Çocuklar İçin Mümeyyiz’dir.
Aşık Veysel ilk olarak A.Kutsi Tecer tarafından Türk halkına tanıtılmıştır.
Hazine-i Evrak ilk edebiyat dergimizdir.
Türk Edebiyatı’nda iç monolog tarzı yazılmış ilk roman Bir Düğün Gecesi’dir.(A.Ağaoğlu)
Türk Edebiyatı’nda yayınlanmış ilk öykü kitabı Emin Nihat Tarlan’ın Müsameratname’dir.(1872)
Türk Edebiyatı’nda mensur şiir yazımı ilk defa Halit Ziya ile başlar.
Türk Edebiyatı’nda post-modern tarzda eser veren ilk yazarımız Oğuz Atay’dır.(Tutunamayanlar)
Türk Edebiyatı’nda batıdan yapılan ilk fabl çevirisi Şinasi tarafından yapılmıştır.
Türk Edebiyatı’nda yazıya geçirilen ilk masallar Billur Köşk Masalları’dır.
Türk masalları ilk defa yurt dışında 16.Lui döneminde Fransa’da yayınlanmıştır.
Türk masallarını ilk defa derleyen İ.Kunoş adlı Macar bilim adamıdır.
Divan Edebiyatı’nın ilk şairi Hoca Dehhani, son şairi ise Şeyh Galip’dir.
İlk yerli çizgi roman, Türk Kahramanı Köroğlu’dur.(1953)
Ülkemizde ilk çocuk çizgi roman türü Kara Maske’dir.(1943)
Dünyada ilk özgün çizgi roman New Fund’dur.(1935)
Dünyada ilk özgün çizgi macera hikayesi Dick Tracy’dir.(Chester Gould)
Dünyada ilk kez resimle yazıyı birleştiren, konuşma balonları hazırlayan ressam William Hogarth’tır.(1697-1908)
Beyanname ile yayın hayatına giren ilk edebiyat topluluğu Fecr-i Ati’dir.
Cumhuriyet sonrası ilk beyanname yayınlayan edebi topluluk Yedi Meşaleciler’dir.
Yahya Kemal bütün şiirlerini aruzla yazmıştır, yalnız Ok şiiri hece vezni ile yazmıştır.
Kutatgu Bilig ilk Türk dünyası ansiklopedisidir.
İlk yerli çizgi roman Türk Kahramanı Köroğlu’dur.
Ülkemizdeki ilk çocuk çizgi roman türü Kara Maske’dir.
Batılı tekniğe uygun ilk roman Aşk-ı Memnu’dur.
Aruzla yazılan ilk manzum tiyatro eseri Eşber’dir.(A.Hamit Tarhan )
Heceyle yazılan ilk manzum tiyatro eseri Binnaz’dır.(Y.Ziya Ortaç)
İlk bibliyoğrafya Keşfiz-Zünun’dur. (K.Çelebi)
İlk hatıra kitabı Babürname’dir. (Babürşah)
İlk hamse yazarı Ali Şir Nevai’dir.
Edebiyatımızdaki ilk antoloji Harabat’tır. (Z.Paşa)
Edebiyatımızdaki ilk atasözleri kitabı Durub-ı Emsal-i Osmaniye’dir. (Şinasi)
İlk mizah dergisi Diyojen’dir. (Teodor Kasap)
Edebiyatımızdaki ilk hikaye kitabı Letafet-i Rivayet’tir. (A.Mithat)
Basılan ilk küçük hikaye kitabı Küçük Şeyler’dir. (S.Sezai, ilk gerçekçi hikaye)
Edebiyatımızdaki ilk fıkra yazarı Ahmet Rasim’dir.
Bilinen ilk Türk yazarı Yollug Tigin’dir.
İlk siyasetname eseri Kutadgu Bilig’tir.
İlk mensur şiir yazarı R.Mahmut Ekrem’dir.
İlk sözlük kitabımız Divan-i Lügatit Türk’tür. (K.Mahmut)
İlk sosyolog Ziya Gökalp’tir.
İlk edebi tartışma Ziya Paşa ile Namık Kemal arasında olmuştur.
Ülkemizdeki ilk Müslüman kadın tiyatrocu Afife Jale’dir.
Edebiyatımızdaki ilk çağdaş roman Mai ve Siyah’tır. (Halit Ziya)
Dünyada bilinen en eski destan Gılgamış’tır.
Dünyadaki ilk kadın romancı Afraben’dir (Afrahat)
Dünya edebiyatındaki ilk realist roman Madama Bovary’dir.
Türk Edebiyatı’ndaki ilk deneme yazarı Nurullah Ataç’tır.
İlk tezkiremiz Mecalis’ün Nefais’tir. (A.Şir Nevai’dir)
İlk mizah gazetemiz Diyojen’dir. (N.Kemal)
Matbaada basılan ilk kitabımız Vankulu Lügatı’dir.
Türkler’in kullandığı ilk alfabe Göktürk Alfabesi’dir.
İlk edebi topluluk Servet-i Fünun’dur.
İlk divan sahibi sanatçımız Yunus Emre’dir.
Türk şiirinin en eski lirik şiir örneği Aprın Çar Tigin’dir.
Nobel edebiyat ödülünü ilk kez İsviçre kazandı.
Türkçe’nin ilk gramer kitabını Baskakov yazmıştır.
Aydınlar arasında heceyi ilk kez deneyen sanatçı M.Emin Yurdakul’dur.
Şiirde ilk defa Türk kelimesini kullanan sanatçımız M.Emin Yurdakul’dur.
Serbest müstezatı aruzla deneyen ilk şairimiz Tevfik Fikret’tir.
Divan Edebiyatı’nın Sebk-i Hindi tarzını ilk temsilcisi Naili’dir.
Edebiyatımızda serbest vezni ilk kez Nazım Hikmet kullanmıştır.(1929)
Edebiyatımızda anjabmanı ilk kez Tevfik Fikret kullanmıştır.
İlk Türkçe gazete 1831′de kurulan Takvim-i Vaka’dır.
İlk Türkçe özel gazete 1860′da kurulan Tercüman-ı Ahval’dır.
Nobel Edebiyat Ödülü alan ilk Müslüman yazar Necip Mahfuz’dur. (Kayra)
Dünyada bilinen en uzun destan Kırgızlar’ın Manas Destanı’dır.
En uzun ömürlü edebiyat dergimiz 1933 yılında çıkmaya başlayan Varlık Dergisi’dir.
Türkiye’de lügat sözlük hakkında yazılan ilk lügat Bir Lügat Bulamadım’dır.(M.Doğan)
Hayat hikâyesini İngilizce yazan ilk yazarımız Halide Edip Adıvar’dır.
Türkiye’de kurulan ilk kadın derneği kurucularından biri Halide Edip Adıvar’dır.
Atatürk’e muhalefet olan ilk kadınlarımızdan biri Halide Edip Adıvar’dır.
Sürgüne gönderilen ilk kadınlarımızdan biri Halide Edip Adıvar’dır.

ANI ANI ÖRNEĞİ

A N I ( HATIRA ) T Ü R Ü
Bir kimsenin, özellikle tanınmış kişilerin yaşadıkları dönemde gördükleri ya da yaşadıkları ilginç olayları gözlemlerine ve bilgilerine dayanarak anlattıkları yazı türüdür. Tanınmış sanatçı, siyasetçi, ve bilim adamlarının yazdığı anılar onların yaşayışlarını, yaşadıkları dönemdeki önemli olayları anlatması bakımından önemlidir.
Özellikleri :
1 – Yaşanmakta olanı değil, yaşanmış bir konuyu anlatır.
2 – İnsan belleğinde iz bırakan olay ve olguları anlatır
3 - Tarihsel gerçeklerin öğrenilmesine katkı yaptığı için tarihçilere ışık tutar.
4 – Tanınmış, bilim, sanat ve politika adamlarının yaşamlarını çalışma ve araştırmalarını anlatır. 5 – Yazarın unutulmasını istemediği gerçekleri kalıcı kılar.
6 – Geçmiş birinci kişinin ağzından kişisel yargılar ve yorumlarla verilir.
TARİHSEL GELİŞİMİ
Batıda en çok yaygın bir tür olup ilk örneğini eski Yunan sanatçısı Ksenophon’un “Anabasis” adlı eseriyle vermiştir. Alman filozofu Eflatun’un birçok eseri bu türdendir 18. yüzyılda J. J. Rouseau’nun “ İtiraflar” Goldoni’nin “İyilik Sever Somurtkan”, Goethe’nin “Şiir ve Gerçek Andre Gide’nin “Jurnaller “bu alanda önemli eserlerdir. 19. yüzyılda Fransız edebiyatında :Victor Hugo’nun”Gördüklerim”, Stendhal’ın “Bencillik Anılar, Verlaine’nin “ İtiraflar Rus yazar Tolstoy’un İtirafım” 20. yüzyılda dünyanın her ülkesinde çok sayıda edebiyatçı bu türde eserler vermeye devam etmektedir.Bizde, 7. yüzyıla ait “Göktürk Yazıtları” bu türün ilk örneği sayılmaktadır. 16. yüzyılda Hindistan’da bir imparatorluk kurmuş olan Babür Şah’ın yazdığı “Babürname” , 17. yüzyılda Ebul Gazi Bahadır Han’ın yazdığı “Şecere-i Türk” , Katip Çelebi ve Naima’nın bir çok eseri bu türün örneklerindendir.Eski edebiyatta anı özelliği taşıyan “Vakainameler, Gazavatnameler, sefaretnameler bu türün örnekleri sayılmaktadır Edebi tür anlamında anı ise bizde Tanzimat döneminde başlamıştır. Önceleri Ebuzziya Tevfik ve Ali Suavi çıkardıkları gazetelerde anılarını yayınlarlar Daha sonra Akif Paşa’nın “Tabsıra”Namık Kemal’in “Magosa Mektupları” , Ziya Paşa’nın “Defter-i Amel” Ahmet Mithat Efendi’nin “Menfa” Muallim Naci’nin “Ömer’in Çocukluğu” Servet-i Fünun Döneminde;Ahmet Rasim’in “Eşkal-i Zaman”, “Falaka” “ Muharrir “,”Şair “Halit Ziya’nın “Kırk Yıl”, Saray ve Ötesi H.Cahit Yalçın’ın : “ Edebi Hatıralar”.Son Dönem Edebiyatında Yakup Kadri: “Zoraki Diplomat, Vatan Yolunda , Gençlik ve Edebiyat Hatıraların”Ruşen Eşref Ünaydın : “ Atatürk’ü Özleyiş”Falih Rıfkı Atay : “Çankaya”Halide Edip . “Türk’ün Ateşle İmtihanıYahya Kemal: “ Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım “Yusuf Ziya Ortaç “ Portreler,” Bizim Yokuş” Ahmet Hamdi Tanpınar . “ Kerkük Anıları” Samet Ağaoğlu: “ Babamın Arkadaşları”Salah Birsel : “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu”Halikarnas Balıkçısı : “ Mavi Sürgün” Oktay Rıfat . “Şair Dostlarım” Ayrıca, son dönemde, Celal Bayar, İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve Rauf Orbay gibi siyasi kişilerin yazdıkları anılar, yakın tarihimizi aydınlatması bakımından önemli eserlerdir.
ANI İLE GÜNLÜĞÜN BENZER VE FARKLI YANLARI
1 – Anı da günlük gibi bir kişinin başından geçen gerçek yaşantılardan kaynaklanan yazı türüdür.
2- Günlük yaşanırken anı ise yaşandıktan sonra yazılır
3 - Anılar, yazarların yaşlılık çağlarında yazdıkları ve yaşamları boyunca karşılaştıkları olayları nesnel bir şekilde ortaya koyan yazılardır Günlükler ise daha öznel, derin, içten ve ruhun derinliklerinden kopup gelen Anlık duygu ve düşünceler hakimdir.
4 - Anı yazılarının anlatım açısından kurgusal niteliklere sahip olduğunu da söyleyebiliriz Günlükler ise kurgudan uzak yoğun düşüncelerin toplamıdır.
Anı (Hatıra)
Toplumların sosyal hayatlarında anı anlatmak (hatıra nakletmek) önemli bir gelenektir. Özellikle yaşlı insanlar kendilerinden daha genç kimselere daha önce görüp geçirdiklerini, yaşadıkları ilginç olayları naklederler. Türkiye'de Kurtuluş Savaşına katılmış hemen hemen her asker, çocuklarına ve torunlarına savaş anılarını uzun uzun anlatmışlardır. İnsanların hayatlarında önemli bir yer tutan, iz bırakan olaylar kolay kolay unutulmaz ve gerek sözle gerek yazıyla bunlar nesilden nesle aktarılır. Dolayısıyla anılar, milleti, yüzyıllar boyu bir devam zinciri içinde, millî birlik halinde tutan, toplumu nesilden nesle bağlayan bir kültür unsurudur. Tarih, önemli ölçüde anılara dayalı olarak kurulur. Edebî bir tür olarak anı, bir kişinin aklının erdiğinden itibaren görüp yaşadığı, kendisi ve toplum için önemli gördüğü olayları ve durumları belli bir sistem içinde yazıya döktüğü, genellikle otobiyografik metinlere denir.
Otobiyografi, kişinin yalnızca kendisiyle ilgili bilgileri verirken, anı, hem bireysel hem de toplumsal anlamda pek geniş bir alanı içerir. Günlük tutan yazar, sıcağı sıcağına günün olay, yaşantı ve düşüncelerini aktarırken, anı yazarı, tarih olmuş eski zamanların olaylarını hafızaya ya da belgelere dayalı olarak ortaya koyar. Bu bakımdan anı metinleri, yalnızca hatırlanabilen, unutulmayan, kaydedilebilen olayları içerdiği için tarihi aynen yansıtmaktan uzaktır. Yaşanmışı unutulmayan izler halinde verebilir.
Anıların yazılış sistemi genellikle kronolojiktir. Yazar, yaşayıp gördüklerini belli bir tarih sırası içinde verir.
Ama kimi yazarlar kronolojiyi gözetmeden aklına geldiği gibi rast gele yazarlar. Bazı anılarsa, roman üslûbuyla yazılırlar. Bu durumda yazar da anı-romanın bir kahramanı konumundadır. Bazı anı kitapları toplum içinde belli özellikleriyle kendini göstermiş kişilerin portrelerinden oluşmaktadır. Yazar, görüp tanıdığı önemli kişilerin, siyasî, edebî, kültürel kişiliklerini, kişisel özelliklerini ve başka yönlerini tasvirî ve çözümleyici bir üslûpla anlatır. Bu tür anı kitaplarına Halit Fahri Ozansoy'un Edebiyatçılarımız Geçiyor(1939), Yahya Kemal Beyatlı'nın Siyasî ve Edebî Portreler (1968) adlı eserleri örnek olarak gösterilebilir.
Yusuf Ziya Ortaç Portreler (1960) adlı kitabında yirmi dört şair ve yazarın fiziksel ve ruhsal portrelerini, sanatları ve eserleri ile ilgili düşüncelerini, kendileriyle yaptığı görüşmeleri, onların kendi üzerinde bıraktığı izlenimleri kaleme almıştır.
Hakkı Süha Sezgin'in 101 kişiden oluşan Edebî Portreler'i de Beşir Ayvazoğlu tarafından alfabetik bir düzen içinde yayımlanmıştır (İstanbul 1997). Vecihi Timuroğlu 'nun Yazınımızdan Portreler (Ankara 1991) adlı eseri 26 kişiden oluşmaktadır. Beşir Ayvazoğlu da "Osmanlının Yadigârları", "Yeni Devir Yeni Yüzler", "46 Sonrası" ve "Onlar da Bizden" adlı 4 bölümde topladığı 40 kişinin portresini Defterimde 40 Suret(İstanbul 1996) adıyla yayımlamıştır.
Türk Edebiyatında şuara tezkireleri, menakıpname, siyer, vekayi'name, gazavatname,
fetihname, sefaretname gibi eserler bilinen anlamıyla birer anı eseri olmasalar da bu türe özgü bazı unsurları barındırmaktadırlar. Babür Şah (1488-1530) 'ın Vakâyi (Babürname), Timur'un Tüzükât, Ebulgazi Bahardır Han'ın Şecere-i Türk adıyla
bizzat yazdıkları eserleri bir anlamda anı eserleridir. Hümayunname (Farsçadan
çeviren: Abdürrab Yelgar,1944), Hümayun'un kızkardeşi Gülbeden'in kaleminden
çıkmıştır. Yine Hümayun ile ilgili anıları ibrikçisi Cevher Tezkiretü'l-Vâkıat adıyla
kaleme almıştır.
Kanunî Sultan Süleyman'ın sadrazamı ve eniştesi Damat Lutfî Paşanın anıları Asafname adıyla Hayat Tarih Mecmuası (S.2, Mart 1968) 'nda yayımlanmıştır. Kadı Macuncuzade Mustafa Efendi (1597) adında Kıbrıs'a tayin edilen bir kadı, Kıbrıs'a yakın bir yerde Malta korsanları tarafından esir edilmesini ve başından geçenleri, türlü anılarını Sergüzeşt-i Esirî-i Malta (1597) adlı eserinde anlatır. Tameşvarlı Osman Ağa da 1788'de Kara Mustafa Paşa'nın Viyana kuşatması sırasında düştüğü esaret anılarını kaleme alır (M.Şevki Yazman, Viyana Muhasarasından Sonra Avusturyalılara Esir Düşen Osman Ağa'nın Hatıraları (1961). XVI. yüzyılda şair Zaifî, anılarını Sergüzeşt-i Zaifî adlı mesnevîsinde kaydetmiştir.
Bu yüzyılda ayrıca Barbaros Hayreddin Paşa'nın anıları, Seyyid Muradî Reis tarafından Gazavât-ı Hayreddin Paşa (Barbaros Hayreddin Paşa'nın Hatıraları, 1995) adıyla kaleme alınmıştır.
XVII. yüzyılda Kâtip Çelebi, Mîzânü'l-Hak, Süllemü'l-Vüsûl, Fezleke, Cihannümâ, Keşfü'z-Zünûn gibi eserlerinde; Evliya Çelebi de Seyahatname'sinde bazı anılarını aktarmışlardır.
Yukarıda verdiğimiz örnekler tarzında pek çok eser, anı türüyle ilişkilendirilebilecek niteliktedir. Burada siyasî ve edebî mahiyetteki anı eserlerin başlıcaları örnek olsun diye düzenlenmiştir. Bunlar kesin sınırlandırmalar değildir. Bir siyasî anı kitabında edebî anılar da olabilmektedir.
a. Siyasî ve Askerî İçerikli Anılar
Tanzimat döneminden itibaren anı yazma geleneği devlet yönetiminde bulunmuş önemli kişiler arasında da yaygınlaştı. Siyasî ve askerî olayların ağırlıklı olarak işlendiği bu tür anı eserlerinde daha çok siyasî çekişmeler, tarafların birbirilerini suçlamaları, görevden alınanların, sürgüne gönderilenlerin kırgınlıkları, sızlanmaları, suçlanan kişilerin kendilerini savunmaları, devlet yönetiminin nasıl işlediği ya da işlemediği; devlete, millete yapılan ihanetler gibi konulara yer verilmiştir. Belli başlı siyasî ve askerî nitelikli anılara şu örnekler verilebilir: Reşid Paşa'nın Hatıraları (1939); Midhat Paşa, Hayat-ı Siyasiyye, Hidematı, Menfa Hayatı (1907); Ahmet Cevdet Paşa, Tezakir-i Cevdet (1853-1887), Maruzat (1890); Ali Kemal, Yıldız Hatırat-ı Elimesi (1910); İsmail Müştak Mayakon, Yıldız'da Neler Gördüm (1940); Falih Rıfkı Atay, Barış Yılları (1963), Ateş ve Güneş, Zeytindağı; Rıza Tevfik, Ben de Konuşayım (1993); Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar (1976), Refik Halit Karay, Minelbab İlelmihrab (1964); Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları (1953); Afet İnan, Atatürk'ten Hatıralar (1950); Celal Bayar, Atatürk'ten Hatıralar (1955); Halide Edip Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı (1975).
b. Edebî Muhtevalı Anılar
Tanzimat döneminden itibaren edebiyat alanında varlık gösteren pek çok sanatçı ve yazar, özellikle olgunluk yaşlarında yazdıkları anılarında edebiyata nasıl başladıkları, içinde yer aldıkları edebî topluluk ya da çevreleriyle olan ilişkileri, mücadeleleri, dönemlerinin siyasî, sosyal, edebî, kültürel görünümüne ilişkin düşünce, gözlem ve izlenimleri, eserleriyle ilgili açıklamaları gibi daha çok edebiyat tarihçilerinin ve edebiyatçıların biyografilerini merak edenlerin işine yarayabilecek zengin bir malzeme bırakmışlardır. Edebiyata ilişkin özellikleri ağır basan bu anıların başlıcaları şunlardır: Ebuzziya Tevfik, Nümûne-i Edebiyyat-ı Osmâniyye (1876); Yakup Kadri, Anamın Kitabı (1957), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969); Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl (1936), Saray ve Ötesi (1942); Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıraları (1930); Hüseyin Cahit Yalçın, Edebî Hatıralar (1935); Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım (1973), Siyasî ve Edebî Portreler (1968). Bunlardan başka hariciye ve elçilik, cezaevi -avukat, tiyatro, basın, eğitim ve öğretmenlik, din, tarikat konularıyla ilgili anılar da yazılmıştır.
Türk Edebiyatı'nda Anı Türü(Tarihi Gelişimi ve Temsilcileri)
'Anı'nın eski karşılığı 'hatıra'dır. Edebî bir tür olarak anı, bir kişinin aklının erdiği dönemden itibaren görüp yaşadığı, kendisi ve toplum için önemli gördüğü olayları ve durumları belli bir sistem içinde yazıya döktüğü, genellikle, otobiyografik metinlere denir. Otobiyografi, kişinin yalnızca kendisiyle ilgili bilgileri verirken anı, hem bireysel hem de sosyal anlamda bilgi içerir. Günlük tutan yazar, sıcağı sıcağına o günün olay, yaşantı ve düşüncelerini aktarırken; anı yazarı, tarih olmuş eski zamanların olaylarını belleğe ya da belgelere dayalı olarak ortaya koyar. Bu bakımdan anı metinleri yalnızca hatırlanabilen, unutulmayan, kaydedilebilen olayları içerdiği için tarihi aynen aksettirmekten uzaktır, büsbütün objektif olması beklenemez. Toplumların sosyal hayatlarında anı aktarmak önemli bir gelenektir. Özellikle yaşlı insanlar kendilerinden daha genç kimselere daha önce görüp geçirdiklerini, yaşadıkları ilginç olayları anlatırlar.Anı yazma geleneği, Tanzimat döneminde, kimi devlet adamlarında batıdaki meslektaşlarına olan özentiden başlamış ve giderek günümüze kadar gelmiştir.
Tanzimat öncesindeki şuara tezkireleri, menakıpname, siyer, vekayi'name, gazavatname, fetihname, sefaretname gibi eserler bilinen anlamıyla birer anı eseri olmasalar da bu türe özgü özellikleri taşırlar.
Anılar konuları itibariyle genellikle siyasî ve edebî olmak üzere iki kategoride değerlendirilmektedir. Bunlar kesin sınırlandırmalar değildir. Bir siyasî anı kitabında edebî anılar da olabilmektedir. Kimi anı kitapları da toplum içinde belli özellikleriyle seçilmiş kişilerin portrelerinden oluşmaktadır. Halit Fahri Ozansoy Edebiyatçılarımız Geçiyor (1939), Yahya Kemal Beyatlı Siyasî ve Edebî Portreler (1968); Yusuf Ziya Ortaç Portreler (1960); Hakkı Süha Sezgin Edebî Portreler'i (İstanbul 1997); Beşir Ayvazoğlu Defterimde 40 Suret (İstanbul 1996)... gibi.
5.1. Siyasî ve Askerî Konulu Anılar
Tanzimat'tan sonra anı yazma geleneği devlet yönetiminde bulunmuş önemli kişiler arasında da yaygınlaştı.
5.1.1. Askerî Konulu Anılar
Afet İnan Atatürk'ten Hatıralar (1950), Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler (1959); Falih Rıfkı Atay Atatürk'ün Bana Anlattıkları (1955), Atatürk'ün Hatıraları (1965), Çankaya (1969); Celal Bayar, Şevket Süreyya Aydemir Suyu Arayan Adam (1959); İsmet Kür Anılarıyla Atatürk (1965); Ali Fuat Cebesoy Sınıf Arkadaşım Atatürk (1997); Hilmi Yücebaş Atatürk'ün Nükteleri Fıkraları Hatıraları (1963); Ahmet Cevat Emre İki Neslin Tarihi (1960); Nadir Nadi Perde Aralığında (1965); Erdal Öz Deniş Gezmiş Anlatıyor (1976); Safa Güner Köy Enstitüleri Hatıraları (1963); Yakup Kadri Karaosmanoğlu Zoraki Diplomat (1955). Politika'da 45 Yıl (1968); Samet Ağaoğlu Strazburg Hatıraları (1933), Babamdan Hatıralar (1939), Aşina Yüzler (1965)... Ahmet Ağaoğlu Serbest Fırka Hatıraları (2. baskı, 1969); Erdal İnönü Anılar ve Düşünceler; Rauf Denktaş Rauf Denktaş'ın Hatıraları (4 cilt, 1996); Emre Kongar Ben Müsteşarken (1996); Gülsün Bilgehan Mevhibe İnönü'nün Anıları, Milliyet, 08.03.1998...
5.1.2. Hariciye ve Elçilik Anıları
Ülkemizi yurt dışında temsil eden, yurt dışı görevlerinde bulunan bazı kişiler oradaki kimi ilginç gözlem ve izlenimlerini yazıya dökmüşlerdir. Ali Fuat Cebesoy Moskova Hatıraları (1955); Feridun Cemal Erkin Dışişlerinde 34 Yıl (1980); Zeki Kuneralp Sadece Diplomat (1982)...
5.1.3. Cezaevi ve Avukat Anıları
Ülkemizde belli dönemlerde özellikle aydınlar, sanatçılar, edebiyatçılar ve politikacılar zaman zaman tutuklanmışlardır. Onlar hapishanede yaşadıklarını, yargılanmaları s ırasında başlarından geçenleri, çektikleri sıkıntıları ve bu tür kişilerin davalarını üstlenen avukatlar gözlem ve izlenimlerini anı biçiminde yazmışlardır: Necip Fazıl Kısakürek Cinnet Mustatili (1955), Yılanlı Kuyudan (1970); Bediî Faik Hapishane Notları (1958); Halikarnas Balıkçısı Mavi Sürgün (1971); Aziz Nesin Bir Sürgünün Anıları (1971); Nazlı Ilıcak Allah Kurtarsın (1987); Zeynep Oral Bir Ses (1987); Sevgi Soysal Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (1976)... 5.2. Edebiyat ve Sanat Konulu AnılarTanzimat döneminden sonra pek çok sanatçı ve yazar, özellikle olgunluk yaşlarında siyasî, sosyal, edebî, kültürel alanlardaki düşünce, gözlem ve izlenimlerini, eserleriyle ilgili açıklamaları yazmışlardır.
5.2.1. Edebiyat Konulu Anılar
Refik Halit Karay İstanbul'un İç Yüzü (1920), Üç Nesil Üç Hayat (1943); Ercüment Ekrem Talu Dünden Hatıralar (1945); Nihat Sami Banarlı Yahya Kemal Yaşarken (1959), Hilmi Yücebaş Yedi Şairden Hatıralar (1960); Yusuf Ziya Ortaç Portreler (1960); Oktay Akbal Şair Dostlarım (1964); Zekeriya Sertel Mavi Gözlü Dev (1968), Nazım Hikmet'in Son Yılları (1979); Orhan Kemal Nazım Hikmet'le Üç buçuk Yıl (1965); Mehmet Seyda Edebiyat Dostları (1970), Çocukluk Yılları (1980); Mehmet Başaran Yasaklı (1987); Mehmet Kemal Acılı Kuşak (1968); Demir Özlü Sürgünde 10 Yıl; Ömer Faruk Toprak Duman ve Alev (1969); Sabiha Sertel Roman Gibi (1969); Aziz Nesin Bir Sürgünün Anıları (1971), Poliste (1967)...
Halide Nusret Zorlutuna Bir Devrin Romanı (1978); Meral Tolluoğlu Babam Nurullah Ataç (1980); Talip Apaydın Bozkırda Günler (1952), Karanlığın Kuvveti (1967), Akan Sulara Karşı (1985); Hikmet Erhan Bener Bürokratlar (197879); Muzaffer Buyrukçu Arkadaş Anılarında Orhan Kemal (1984); R ıfat Ilgaz Yokuş Yukarı (1982), Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra (1986); Hasan İzzettin Dinamo 67 Eylül Kasırgası (1971), 2. Dünya Savaşında Edebiyat Anıları (1984); Baki Süha Ediboğlu Bizim Kuşak ve Ötekiler (1968); Samim Kocagöz Bu Da Geçti Ya Hu (1992); Melih Cevdet Anday Akan Zaman Duran Zaman (1984); Ahmet Hamdi Tanpınar "Cahit Sıtkı'ya Dair Hatıralar", Edebiyat Üzerine Makaleler (1969)...

5.2.2. Tiyatro ve Tiyatro Sanatçıları İle İlgili Anılar
Kimi tiyatro yazar ve sanatçıları da meslek hayatları boyunca başlarından geçen ilginç olayları kaleme almışlardır. Hafi Kadri Alpman Ahmet Fehim Bey'in Hatıraları (1976); Vasfi Rıza Zobu O Günden Bu Güne (1977), Uzun Hikâyenin Sonu (1990); Halit Fahri Ozansoy Şehir Tiyatrosunun 50. Yılı Darülbedayi Devrinin Eski Günlerinde (1964); Haldun Dormen Sürç ü Lisan Ettikse (1977); Gülriz Sururî Kıldan İnce Kılıçtan Keskince (1978); Mücap Ofluoğlu Bir Avuç Alkış (1985)..
5.3.3. Basın Anıları
Basın çalışanlarının, yazar ve muhabirlerinin anıları vardır: Ahmet Rasim Muharrir, Şair, Edip (1926, 1980); Ahmet İhsan (Tokgöz) Matbuat Hatıralarım (19301931); Yusuf Ziya Ortaç Bizim Yokuş (1966); Necip Fazıl Kısakürek Babıali (1975); Vedat Nedim Tör Yıllar Böyle Geçti (1976)...
5.3.4. Eğitim ve Öğretmenlik Anıları
Eğitimciler ve öğretmenler, meslekleri gereği yurdun pek çok yerinde bulunarak ülke çocuklarını ve toplumu eğitme sorumluluğunu üstlenmiş kişilerdir. Dolayısıyla eğitimciler birçok sorun, kişi ve gruplarla gerektiğinde mücadele eden kişilerdir. Kimi eğitimciler önemli olaylara tanıklık etmiş olan hayatlarını kaleme almışlardır: Hıfzırrahman Raşit Öymen Mektepçiliğin Kâbesinde İntibaât ve Tahassüsat (1926); Şevket Süreyya Aydemir Toprak Uyanırsa (1963); Fikret Madaralı Ekmekli Dönemeç (1965); Enver Demir Bir Öğretmenin Defterinden 41 Yılın Hikâyesi (1968); M. Rauf İnan Bir Ömrün Öyküsü (1986); Kemal Kurdaş ODTÜ Yıllarım (1998)...
Bu sınıflamanın dışında birkaç örnek: Abdülhak Şinasi Hisar Geçmiş Zaman Köşkleri (1956), Geçmiş zaman Fıkraları (1958)... Nahit Sırrı Örik Eski Zaman Kadınları Arasında (1958); Halit Fahri Ozansoy Eski İstanbul Ramazanları (1968); Malik Aksel Resim Sergisinde Otuz Gün (1943); Samiha Ayverdi Bir Dünyadan Bir Dünyaya (1974), Hatıralarla Başbaşa (1977), Hey Gidi Günler Hey (1989); Esin Afşar Anılar Yanıltır mı? (1995); Halit Kıvanç Hadi Anlat Bakalım Anılar 1 (1998)...
Anı (Hatıra)
Bir kimsenin kendi hayatını, yaşadığı devrede şahidi olduğu veya duyduğu olayları anlattığı yazıların ortak adı.Edebiyat sahasının en yaygın türlerinden biridir. Bu türde verilen eserlerin çok değişik sahalarda oluşu, ona belli bir sınır çizme imkânını zorlaştırır. Hatıratın en önde gelen özelliği yazarının hayatının belli bir kesitini de alması ve çok sonra yazıya dökülmesidir. içlerinde hatıra özelliği bulunabilecek seyahatname, sefaret-nâme, muhtıra, tezkire, menkıbe, günlük, mektup, otobiyografi ve tarih türleri ile karıştırılmamaları gerekir. Bu türlerin her birinin kaleme alınış gayeleri ayrıdır. Ortak özellikleri ise yaşanmış olaylar üzerine kurulmuş olmalarıdır. Ancak bu özellik, onları birbirinin yerine koyma sebebi olamaz.Hatırat ile günlük en çok karıştırılan iki türdür. Bu iki türün en önemli ayrılığı günlüklerin yaşarken, hatıratın ise yaşandıktan sonra kaleme alınmalarıdır.Hatıralarını anlatacak olanlar gördüklerini, duyduklarını ve bildiklerini tam bir tarafsızlıkla ortaya koymalıdırlar. Ancak hatıraların kaleme alınışında çoğu zaman yazarın tercihi öne çıkar. Çoğu hatıra yazarı anlattıklarında kendini merkez olarak alır.Hatıralar aradan uzun zaman geçtikten sonra kaleme alındıklarından, yazarlar ancak hafızalarında kalanları yazıya dökebilirler. Bu arada yanlış hatırlanan birçok bilgi de hatıralar arasına girebilir. Hatta yazarlar, günün şartlarına göre hatıralarını değiştirebilir, onlara yeni yorumlar getirebilirler.Hatıra yazarlarının doğru olanı dile getirebilmek kaygısı ile kaleme aldığı devrelerle ilgili çeşitli belge, mektup günlük dergi ve gazetelerden faydalanabileceği de unutulmamalıdır.Hatıra yazarları, hatıralarını kaleme alırlarken kendi bakış açılarını daima esas alırlar. Olaylar, kişiler ve üzerinde kalem oynatılan her durum, yazarın eğilimlerine göre yeniden ifade bulur.Aynı olaylar etrafında başka başka kişiler tarafından kaleme alınmış hatıralar karşılaştırılacak olursa, bu özellik açık bir şekilde kendisini gösterir.Hatıralarını yazanlar bunları meydana geldikleri zamanın imkânları ile değil, olup bitenleri erişmiş oldukları yani ve tecrübeli bakış açısından dile getirirler. Bundan dolayıdır ki hatıralar hep yazıldıkları andan bakılarak kaleme alınırlar. Bu bakımdan hatıraların mutlaka gerçeği anlattığı söylenemez ve onlara sağlam tarihî belgeler olarak bakılamaz.Hatırat yayımlamanın çeşitli amaçları vardır, insanlar, hayat tecrübelerinin başkalarına örnek olabileceğini düşünerek, bizzat yaşanılıp görülen olaylara açıklık ve yeni boyutlar kazandırmak iddiası ile; her dalda sanatkâr, devlet adamı, asker, politikacı ve bu gibilerin biyografilerini tamamlayacak bilgiler vermek üzere-, toplumdaki değişmelerle unutulmaya yüz tutmuş hayat tarzını ve toplum değerlerini tanıtma ve yaşatma gayesi ile; tarih ve kamu oyu karşısında hesaplaşmak, bir nevi günah çıkarmak maksadıyla, gelecek kuşaklara ders vermek için; özlediği mazisine dönüp mutlu olabilmek için ve daha başka sebeplerle hatıralar kaleme alınabilir.Her ne sebeple kaleme alınırsa alınsın hatıralarda dürüstlük, samimiyet ve sorumluluk duygusu ön planda tutulmalıdır.Tarihe, topluma, sanata şekil ya yön vermiş kimselerin hayatı daima insanların ilgisini çekmiştir. Hatıralar, bu konularda ve daha başka sahalarda isim yapmış insanlar üzerinde umumî bilgilerden daha özel bilgiler verir. Bu özelliğinden dolayı hatıralara daima ilgi duyulmuştur.Hatırat yazıları genel mânâda edebiyat sahası içinde kabul edilirler. Ancak onların edebiyat dünyası içindeki ve edebî eserler arasındaki yerini tayin eden dilleridir. Açık, anlaşılır, sade ve canlı bir dil ile yazılan hatırat kitapları olduğu gibi çeşitli söz ve mânâ sanatları ile yüklü hatırat kitapları da vardır. Hatırat türü için tercih edilen açık, sade, anlaşılır, objektif ve canlı bir üslûpla yazılmış olmalarıdır.
__________________
Hatıra Örneği
Çanakkale Geçilmez.

10 Ağustos 1915. Conkbayırı'nı almak ve bütün boğaza hakim olmak için İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan ağarmak üzereydi. 8. tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım:

- Mutlaka düşmanı yeneceğinize inanıyorum ancak siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücum baskın şeklinde olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20 -30 metre yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı'ndan ses çıkmıyordu. Dudaklar sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstüne kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 4:30 da kıyametler kopmuştu. İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. "Allah Allah" sesleri bütün cephelerde, karanlıkta gökleri yıkıyordu.

Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde bulunan saat param parça olmuştu. O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpmıştım. Yalnız bu şarapnel vücudumla kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı.

Aynı günün gecesi, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşa' ya hatıra olarak verdim. Çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. Kendisi de alıp cep saatini bana hediye etti. Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve Çanakkale' nin geçilmeyeceğini iyice anlamış oldular.

(Alıntıdır)


ANI
* Kişisel yaşantının bütünü ya da belli bölümlerini ya da gözlemleri dile getirmek amacıyla yazılmış edebi metinler ya da kayıtlardır. Otobiyografi ile karıştırılabilen anı, ondan dışsal olaylara verdiği önem nedeniyle ayrılır. Anıda kişisel yaşam izlenimlerinin yanı sıra bu izlenimlerin dış boyutları da geniş olarak yer alır. Otobiyografide yazar öncelikle kendilerini konu edinirken, anı yazarları çoğunlukla çeşitli tarihsel olaylarda rol oynamış ya da bu olayların yakın gözlemcisi olmuş kişilerdir.
insanlar neden anı yazar?
1- Kişinin kaybolup gitmesine gönlü razı olmadığı bir gerçeği ortaya koymak.
2- Yazma alışkanlığı içerisinde bulunmak.
3- Birlikte yaşadığı kişilerden kimilerine karşı duyduğu hayranlığı belirtmek.
4- Tarih ve kamuoyu karşısında hesaplaşmak, pişmanlık duygularını anlatarak rahatlamak, bir çeşit günah çıkarmak.
5- Gelecek kuşaklara uyarılarda bulunmak, ders vermek. Anılar aynı zamanda yaşanılan çağın toplumsal durumuna, kültürel özelliklerine ilişkin önemli gözlem ve bilgileri de kapsar.
Bu bakımdan, anı türünde yazılmışeserler,çoğu kez okurlara bir çok tarihi olayları da canlı olarak anlatılırlar. Anı: kişisel yaşantının bütünü ya da belli bölümlerini ya da gözlemleri dile getirmek amacıyla yazılmış edebi metinler ya da kayıtlardır. Otobiyografi ile karıştırılabilen Yanı, ondan dışsal olaylara verdiği önem nedeniyle ayrılır. Anıda kişisel yaşam izlenimlerinin yanı sıra bu izlenimlerin dış boyutları da geniş olarak yer alır. Otobiyografide yazar öncelikle kendilerini konu edinirken, anı yazarları çoğunlukla çeşitli tarihsel olaylarda rol oynamış ya da bu olayların yakın gözlemcisi olmuş kişilerdir. Bu kişilerinde yaşadığı şeyleri bir defter ya da bir kağıda aktarmasıdır. Başlıca eserler:Namık Kemal:Magosa Hatıraları;Ahmet Rasim:Şehir Mektupları;Halit Ziya Uşaklıgil:Saray ve Ötesi;Falih Rıfkı Atay:Çankaya.


‘Anı’nın eski karşılığı ‘hatıra’dır. Edebî bir tür olarak anı, bir kişinin aklının erdiği dönemden itibaren görüp yaşadığı, kendisi ve toplum için önemli gördüğü olayları ve durumları belli bir sistem içinde yazıya döktüğü, genellikle, otobiyografik metinlere denir. Otobiyografi, kişinin yalnızca kendisiyle ilgili bilgileri verirken anı, hem bireysel hem de sosyal anlamda bilgi içerir. Günlük tutan yazar, sıcağı sıcağına o günün olay, yaşantı ve düşüncelerini aktarırken; anı yazarı, tarih olmuş eski zamanların olaylarını belleğe ya da belgelere dayalı olarak ortaya koyar. Bu bakımdan anı metinleri yalnızca hatırlanabilen, unutulmayan, kaydedilebilen olayları içerdiği için tarihi aynen aksettirmekten uzaktır, büsbütün objektif olması beklenemez. Toplumların sosyal hayatlarında anı aktarmak önemli bir gelenektir. Özellikle yaşlı insanlar kendilerinden daha genç kimselere daha önce görüp geçirdiklerini, yaşadıkları ilginç olayları anlatırlar.
ANI – GÜNLÜK FARKI
Anıyı günlükten ayırmak gerekir.Günlük, günü gününe yazılan olaylar,duygular,düşüncelerle oluşur. Anı ise genellikle, üstünden uzun yıllar geçmiş olayları, durumları dile getirir.Bundan dolayı, gerçeğe uygunluk bakımından günlüklerin daha inandırıcı olma şansı vardır.
TÜRK EDEBİYATINDA ANI
Eski edebiyatımızda bu türün ilk önemli eseri, Babür Şah’ın anılarını kapsayan “Babürname” dir.Ebulgazi Bahadır Han’ın” Şecere-i Türki” si de bir anı kitabıdır.Yeni edebiyatımızda anı türünden eserler, Tanzimat’tan sonra yazılmaya başlanmıştır.
1- Ahmet Rasim, Gecelerim- Falaka- Fuhş-i Atik
2- Halit Ziya, Kırk Yıl- Saray ve Ötesi- Bir Acı Hikaye
3- Hüseyin Cahit Yalçın, Edebi Hatıralar
4- Yakup Kadri , Anamın Kitabı- Gençlik ve Edebiyat Hatıraları-Vatan Yolunda- Zoraki Diplomat- Politikada 45 Yıl
5- Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler- Edebiyata Dair- Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım
6- Halide Edip, Türk’ün Ateşle İmtihanı- Mor Salkımlı Ev
7- Yusuf Ziya Ortaç, Portreler- Bizim Yokuş
8- Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları- Aşina Yüzler
9- Aziz Nesin, Böyle Gelmiş Böyle Gitmez
10- Oktay Akbal, Şair Dostlarım
11- Salah Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu
12- Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları

AÇIKLIK AKICILIK DURULUK

· Açıklık,
· Bir yazıda belirtilmek istenen duygu ve düşüncelerin kolay anlaşılır, herhangi bir ek yoruma açıklamaya gerek duymadan kavranabilir olmasıdır. Örneğin:(on beş dakikada yaptığı yemeği yedi). Bu cümleden iki tane anlam çıkarılır
· Açık olma durumu, aleniyet. konunun anlaşılabilir bir şekilde açıklama. Gerçeği olduğu gibi yansıtma durumu. "Demokrasi bir açıklık rejimidir."-
Duruluk:
Bir cümlede gereksiz kelimelerin kullanılmamasına duruluk denir. Böyle bir cümleden kelime çıkarılırsa anlamda daralma olur
mecaz olarak Dil veya üslubun karışık olmama durumu. açıklık ile karşılaştırabilirsiniz. "Mustafa Kemal Paşa bizim söylediklerimizi kendine mahsus bir durulukta özetledi."- Y. K.
Akıcılık:
Anlatımın önemli özelliklerinden birisidir. Cümlenin anlam ve ses bakımından pürüzsüz olması demektir. Akıcılığı engelleyen ses ve ahenk kusurlarının başlıcaları tekrarlama, zincirlenme ve tenafür(kakofoni)dür.
konunun akıcı olma durumu. konu birden bire kesilmeyip konuya okuyan veya dinleyen kişinin dikkatini çekebilmesi. Kolay anlaşılabilen, okunabilen, anlamca açık (anlatım), selis: "Yurdumuzda yirmi yıl kaldığı için akıcı bir Türkçesi var."- H. Taner.
Yalınlık:
Söylenmek istenilenin gereksiz süsleme ve özentilerden arındırılarak, herkesin bildiği kelimelerle en kısa yoldan fakat tam olarak ifade edilmesine yalınlık denir. Anlatımda yalınlığı engelleyen hususların başında garabet gelir Açık, süsten ve zorlamadan uzak, kolayca anlaşılabilen anlatım, sadelik: "En soyut konuları çok çarpıcı somut örneklerle herkesin anlayacağı bir yalınlığa getirirdi."- H. Taner.
Açıklık:
Cümlede anlatılmak istenenin dinleyen veya okuyan tarafından kolayca anlaşılmasına açıklık denir. Açık olmayan cümlelerde anlatılmak istenenler bazen az çok anlaşılır fakat çoğu zaman cümlede ne söylenmek istendiği belli değildir

günlük ve örnekleri

Günlük Türünün Özellikleri
(Tarihi Gelişimi ve Temsilcileri)
Günlük türünün ne olduğu üzerine kafa yormak, aslında biraz da edebiyatın ne olduğunu düşünmektir. Düzenli olarak tutulmuş, tarih atılmış notlardan mı ibarettir günlükler yoksa bundan fazla bir şey mi?Bu konuda en genelleyici tanımı usta günlükçü, romancı André Gide yapmıştı: “Günlüğün anıdan tek farkı, günü gününe tutulmuş olmasıdır.” Edebiyatın toplardamarlarından biri olarak her günlük bir portre, bir öykü, bir anı, bir tarih yazısıdır. Yayımlanmak için yazılsın yazılmasın, her günlüğün bir kurgusu vardır. Paris’teki Bir Yabancının Günlüğü yazarı Malaparte’nin dediği gibi, “Günlüklerin, tüm öyküler gibi, bir başı, bir entrikası ve bir sonu vardır.”Günlük türünün kökeni üzerineÖteki edebiyat türlerinin kökeniyle karşılaştırıldığında, günlüklerin çıkış noktası, yanıtı daha belirsiz bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Türün geçmişini irdelemek, günlük yazmanın doğası üzerine düşünmek anlamına da geliyor. Batı’da günlüğün, Doğu’ya göre daha gelişmiş bir edebiyat türü olduğuna kuşku yok. Ama örneğin Japon edebiyatında da 10. yüzyılda yazılmış günlükler bulmak mümkün. Dolayısıyla günlük türünün hem Doğu hem Batı kültürlerinde, kendine özgü şartlar altında biçimlendiği söylenebilir. Peki, nedir günlük yazmak? Başlı başına, bir ömür adamayı gerektiren bir yazı uğraşı mı? Öyküden, şiirden kesilince başvurulan bir teselli mi? Yoksa yazın kuramlarını, yaşanan dönemin olaylarını taslak halinde sunan birer belge mi? Sağlıklı saptamalar yapabilmek için günlükleri farklı başlıklar altında değerlendirmek en doğrusu.Edebiyat günlükleriBir edebiyat günlüğü, yalnızca bir edebiyatçının elinden çıkmış günlük değil, edebiyat olaylarına, kişilerine ve sorunlarına yönelmiş günlüktür. Özellikle Batı’da, 20. yüzyılda yaygınlaşan bu tür günlükler, “özel günlük” olma niteliğini de taşır. Aynı zamanda başka türlerde yapıtlar veren André Gide, Julien Green, Max Frisch, Stefan Zweig gibi yazarlar, geride edebiyat günlüklerinin seçkin örneklerini bıraktılar. Örneğin Gide, Kalpazanlar adlı romanını yazdığı süreçte bir günlük tutmuş ve yapıtının aşamalarını, kuramını apaçık ortaya koymuştu. Öte tarafta, Gide’in bu ‘edebiyat’ günlükleri, en özel günlüklerden de sayılır, onu, yazarın kendi iç dünyasına vurduğu bir neştermiş gibi ürpertiyle okuruz. Edebiyat günlüklerinin iki unutulmaz örneği de, Katherine Mansfield ve Virginia Woolf’un günlükleridir. Mansfield, henüz 16 yaşındayken yazmaya başladığı Bir Hüzün Güncesi’nde, yazarlık tutkularını, hırslarını, kıskançlıklarını, kırgınlıklarını içtenlikle ortaya serer. Bu hüzünlü günlük, Mansfield’ın erken ölümünden sonra yayımlanmıştır. Virginia Woolf da, Bir Yazarın Günlüğü’nde, adından da anlaşılabileceği gibi, yapıtını ve yazarlığını merkeze alır. Bir Yazarın Günlüğü türünden metinler, bugün edebiyat tarihçileri ve meraklı okurlar için hazine değeri taşıyor.Günlüğün intihar yüzüEdebiyat günlükleri, geçen yüzyılda yaygınlaşırken bir özellik daha kazanmıştı: Yazarı hayattayken yayımlanmak. Bu durum, günlüklerin ne kadar içten olduğunu sorusunu getirse de Cocteau, Maugham, Maurois, Gide, Green gibi birçok yazar günlüklerini sağlıklarında yayımladılar. Belki biraz da bu yüzden, günlüğünü hayattayken yayımlamayanların yazdıkları daha ‘içten’ bulundu. Hele bir de yazarının müntehir olması, günlüklere ayrı bir çekicilik ve sahihlik katıyordu. İntihar eden iki yazarın, Cesare Pavese ve Sylvia Plath’ın günlükleri, bunun en iyi iki örneğidir. Cevat Çapan’ın dilimize Yaşama Uğraşı adıyla kazandırdığı Pavese’nin günlüğü, edebiyat tarihinin en sarsıcı metinlerinden biri belki de. Çok iyi bir edebiyat günlüğü sayılabilecek Yaşama Uğraşı, adım adım intihara giden bunalımlı bir yazarın iç dünyasını, hiçbir ‘özel’ günlüğün yapamayacağı kertede ustalıkla yansıtır. Pavese, bir otel odasında canına kıydıktan sonra kitaplaşan ve uzun yılları kapsayan bu günlük, neredeyse yazarının öteki yapıtlarını gölgede bırakmıştır. Sylvia Plath’ın günlükleri de intiharından sonra kocası Ted Hughes’un ‘müdahale’siyle yayımlanmıştı. Başyapıtı Sırça Fanus kadar olmasa bile, Plath’ın günlüğü yıllardır ona yakın bir ilgiyle okundu, okunuyor.Okuma günlükleri, eleştiri günlükleri, sanatçı günlükleri…Zaman içinde edebiyat günlüklerinin de alt kolları oluştu. Eleştiri günlükleri, okuma günlükleri yazılmaya başlandı. Bunun Türkçede yayımlanan son örneği, Alberto Manguel’in Okuma Günlüğü adlı yapıtıydı. Öte yandan, günlük, modern romanda da bir imkân olarak belirdi, bir anlatım tekniğine dönüştü. Örneğin, çağdaş edebiyatın büyük yapıtları Sartre’ın Bulantı’sı, Rilke’nin Malte Laudris Bridge’nin Notları ya da Martin Walser’in Jocob Von Gunten’ı, günlük biçimiyle yazılmıştır. Fernando Pessoa’nın başyapıtı Huzursuzluğun Kitabı, niçin okurun karşısına hep farklı kimliklerle çıkan şairin günlüğü olarak okunmasın? Yalnızca yazın türleri değil, öteki sanatlar da geride günlük edebiyatı için hatırı sayılır metinler kalmasını sağlamıştır. Kierkegaard’ın günlüğü, felsefe tarihinin en önemli yapıtlarından biri olarak önümüzde duruyor. Marcel’in günlüğü ve Camus’nun Defterler’i de hem günlük edebiyatı hem de felsefe tarihi için önemli metinler. Rousseau’nun İtiraflar’ı ise olsa olsa günlük türüyle akraba sayılabilir. Ressamlar bu konuda felsefecilerden daha üretken: Dali’nin, Delacroix’nın, Klee’nin günlükleri iyi birer sanatçı günlüğü olduğu kadar resim sanatı üzerine ilginç düşüncelerin gelişmesinde etken olmuşlardır. Sinemacılardansa Cocteau’nun, Zavattini’nin, Tarkovski’nin günlükleri unutulmamalı. Özellikle, Türkçeye Zaman Zaman İçinde adıyla çevrilen Andrei Tarkovski’nin günlüğü, sadece sinema tarihi için değil, edebiyat tarihi için de eşsiz bir eser olarak nitelendirilmeyi hak ediyor.Batı edebiyatının, günlük türünün kökleşmesini iyi şair ve yazarlara borçlu olduğunu söylemek, herhalde yanlış olmaz. Victor Hugo’dan Charles Baudelaire’e, Goethe’den W.B. Yeats’e, Dostoyevski’den Whitman’a kadar birçok soy şairin, yazarın yolu günlüğe uğramış. Kafka’nın günlüğünü okuduğunuzda, bunu ancak Kafka’nın yazabileceğini sezersiniz. Marcel Proust, Stendhal, Gombrowicz, Romain Rolland, Batı’dan ilk akla gelen öbür günlükçüler. Bir de, bizim edebiyatımızda hiç olmayan, bütün ömrünü günlük yazma işine vermiş Thoreau, Léataud, Anais Nin, Amiel (tam 174 defter doldurmuştur!) gibi isimler var ki, onlara yalnızca saygı duyulur!Türk edebiyatında günlük…Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yirmisekiz Çelebi Sefâretnamesi ya da Silahdâr Tarihi gibi kimi eserlerde bazı olayların günlük biçiminde anlatılmasını saymazsak, edebiyatımıza Batı’daki anlamıyla günlük Tanzimat’tan sonra girmiştir. Ancak neredeyse romanla yaşıt olan bu türün edebiyatımızda yeterince geliştiğini söylemek zor. Türkçede yayımlanmış ilk günlük, Ali Bey’in Seyahat Jurnali’dir. Ali Bey’in, eserinin adında jurnal (Fransızca ‘journal’) sözcüğünü tercih etmesi, günlüğün bize pek çok başka tür gibi Batı kanalıyla geldiğini gösteriyor. Jurnal sözcüğü, Cemil Meriç gibi birkaç istisna dışında, fazla tutunamamış, yerini ‘günce’ ve ‘günlük’ sözcüklerine bırakmıştır. Ataç’ın savunduğu ‘günce’nin de bugün ‘günlük’ kadar yaygın olmadığı söylenebilir. Zaten günce’yi savunan Ataç’ın, Fournier’den yaptığı Adsız Köşk çevirisinde günce yerine ‘ruzname’ ve ‘hatıra defteri’ sözcüklerini kullandığını da unutmamak gerekiyor.Ali Bey’in Seyahat Jurnali’nden sonra Batılı anlamıyla aslında ilk edebiyat günlüğü sayılabilecek Şair Nigar Hanım’ın günlüğü geliyor. Bu eserin bir kısmı, şairin ölümünden 40 yıl sonra Hayatımın Hikâyesi adıyla yayımlanmıştı. Ahmet Refik’in Kafkas Yollarında adlı seyahat günlüğünden başka, Sultan Reşad ve Vahdettin dönemlerinde sarayda başmabeyncilik yapan Lütfi Simavi’nin notları da günlük olarak nitelenebilir. Yine günlük sayabileceğimiz İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın defterleri ise yayımlanmadı. Atatürk’ün Anafartalar Savaşı sırasında tuttuğu günlükler, ölümünden sekiz yıl sonra Türk Tarih Kurumu’nca basılmıştır. Cumhuriyet öncesinin önemli yazarlarından Ömer Seyfettin’in Ruznameler’i de kitap olarak yayımlanmamış günlükler arasında yer alıyor.İki öncü: Salâh Birsel ve AtaçRuşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı gibi Cumhuriyet dönemi yazarlarının günlüklerinden bazı parçalar kimi kitaplarında yer alsa da, edebiyatımızda hâlâ dolaşımda olan günlükler denince iki isim akla geliyor: Ataç ve Salâh Birsel. Ataç, Günce’siyle hem bir edebiyat günlüğü ortaya koymuş hem de devrinin edebî eğilimlerine yön vermişti. Salâh Birsel ise Kuşları Örtünmek, Nezleli Karga, Bay Sessizlik, Aynalar Günlüğü, Yaşlılık Günlüğü gibi kitaplarıyla çağdaş edebiyatımızın öncü günlükçüsü oldu. Onun kuşakdaşları sayılabilecek Nuri Pakdil ve Orhan Burian’ın günlükleri de bu iki edebiyat adamını tanımak için eşsiz metinler. Burian’ın günlüğü geçen yıl YKY tarafından yeniden yayımlanmıştı.Şair günlükleriCumhuriyet’ten bugüne doğru günlük yazarlarının beklendiğince çoğalmadığı görülüyor. Şairlerin değil de daha çok düzyazıyla uğraşanların Türk edebiyatında günlük tutmuş olduğunu saptamak mümkün. Bir öykücünün, Tomris Uyar’ın Gündökümleri adıyla yayımlanan günlükleri, hem niteliği hem niceliği düşünülünce, Türkçenin sayılı günlüklerinden biri olarak adlandırılmayı hak ediyor. Cemil Meriç’in iki cilt halinde yayımlanan Jurnal’i ise sadece Türkçede değil, dünya edebiyatında benzerine zor rastlanacak bir yapıt. Romancılardan ilk akla gelen, Oğuz Atay’ın Günlük’ü. Atay’ın hastalığı sürecinde kaleme getirdiği bu günlük daha çok kendi yapıtları üzerinden şekilleniyor. Şairlerden ise akla gelen, elbette, Cemal Süreya’nın Günler’i; tıpkı şiirleri gibi, dönüp dönüp okunacak bir kitap. Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı, “Ne çok acı var.” kült cümlesiyle başlayan günlüğü de Türkçenin benzersiz yapıtlarından biri olarak kalacak. İlhan Berk’in günlüğü El Yazılarına Vuruyor Güneş ise şairin unutulmaz düzyazı kitapları arasında yer alıyor. Hilmi Yavuz’un Geçmiş Yaz Defterleri, felsefe-edebiyat arasında, parçalı yazı’lardan oluşan ve edebiyatımızda türünün tek örneği olan bir günlük sayılabilir. Yavuz’un 30 defteri bulan öteki günlüklerinin yayımlanıp yayımlanmayacağını ise zaman gösterecek. Hulki Aktunç da defter dolusu günlük tutan gizli günlükçü şairlerden. Bunları yayımlamayacağını söylese de, bir ara, Kitaplık dergisinde yayımladığı Kediler Günlüğü’nden bir parça ile okurlarını umutlandırmıştı. Bir başka şair Turgut Uyar’ın günlükleri ise ne yazık ki kitap olarak yayımlanmadı. Sezai Karakoç’un gerçekten Kırmızı Horoz - Doğulu Bir Werther adlı bir günlüğü var mı? Güven Turan vakti gelince günlüklerini yayımlayacak mı? Zaman gösterecek....Adalet Ağaoğlu’nun ‘dert dökme defterleri’Usta romancımız Adalet Ağaoğlu’nun geçtiğimiz haftalarda iki kitap halinde yayımlanan günlükleri, hem yayın dünyasındaki en ‘taze’ günlükler olması hem de yakın entelektüel tarihimize ışık tutması bakımından önem taşıyor. Damla Damla Günler başlığıyla yayımlanan eser, 1969 yılından, Adalet Ağaoğlu’nu TRT’den istifaya doğru götürecek ‘karar zamanı’ndan başlıyor; 22 Temmuz 1996 tarihinde yazarın uğradığı ‘trafik saldırısı’yla sona eriyor. Günlüğün ilk cildinde yazarın Ölüme Yatmak adlı romanını nasıl zihninde kurguladığını, ‘karnında taşıdığını’ okurken, bir yandan da entelektüel çevrelerde kimlerin cunta yanlısı olduğunu, hangi yazarların özgürlükçü bir tutum sergilediğini öğreniyoruz. Damla Damla Günler, Sevgi Soysal’dan Muhsin Ertuğrul’a, Orhan Kemal’den Behçet Necatigil’e kadar isimlerin yer aldığı bir yakın edebiyat tarihi resmigeçidi. Adalet Ağaoğlu’nun, kendi deyişiyle, bu ‘dert dökme defterleri’, tıpkı romanları gibi edebiyatımızın seçkin bir burcunda hep var olmayı sürdürecek.Oktay Akbal, Anılarda Görmek, Geçmişin Kuşları ve Yeryüzü Korkusu adlı üç günlüğünde öykülerindeki sıcak dünyayı yansıttığı kadar edebiyat dünyasına dair birçok anekdot da aktarıyordu. Muzaffer Buyrukçu’nun uzun günlükleri içinse ‘anekdot günlükçülüğü’ demek daha yerinde olur. Fethi Naci’nin eleştiri günlükleri, Türkçede başka örneği olmayan yapıtlardır. Naci’nin günlüklerini okurken kuram bilgisinin yanında edebiyat lezzeti ve yaşanmışlığın sıcaklığını da buluyor insan. Memet Fuat’ın son yıllarını anlattığı günlüklerinin hayatı boyunca tutulmuş olması, kuşkusuz, edebiyatımız için büyük kazanç olurdu.Günlük, yayımlanmak için mi yazılır? Yazanın kendini temize çıkarma çabası mıdır yoksa bir iç döküş mü? Kişi, günlük yazarken ne kertede içten olabilir? Bu soruların, yazılmış günlükler kadar çok cevabı var. Ne olursa olsun, günlük bir edebiyat türüdür. Sabır işidir. Yaşanmışlığın tadı kadar gündeliğin ayrıntılarıyla da güzelleşir günlükler. Kimisi, içtiği çayı yazar günlüğüne, bu bile güzeldir. Çünkü bir yazardır o çayı içen… Günlüğün olduğu yerde herkes sustuğundan, yazan devleşir. Bazen de bütün çaresizliğiyle okurunun karşısındadır. Salâh Birsel, günlüklerinden birinde, “Ölmeden bu günlük güzelleşmiş olamaz.” yazmıştı. Günlük tutmak, işte bu duygudadır. Günlük, gelecekte bir gün en çok okunan tür olabilir mi? Bir şey söylemek zor. Ancak günlüklerin, edebiyat var oldukça yaşayacağı kuşku götürmez. Çünkü edebiyat, ayrıntı demektir.“Her gün not tutun; açık, okunaklı. Tarih atmayı da unutmayın. Hayatımın günlüğünü günü gününe tutmuş olsaydım, şimdilerde bir Larousse sözlüğü olurdu elimde. Duyulmuş, derlenmiş bir kelime, yeniden karşılaşılan bir dünyadır. Ah, neler yitiriyoruz! Bütün o yitirdiğimiz incileri düşünün! Hayatınızın günlüğünü yazın!”Max Jacob, Genç Bir Şaire Öğütler, çev. Salâh BirselOkumadan ölmeyin Yaşama Uğraşı, Cesare Pavese, çev. Cevat ÇapanGünlükler, Franz Kafka, çev. Kâmuran ŞipalGünlük, Andre Gide, çev. N. AlsanHuzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa, çev. Saadet ÖzenApaçık Yüreğim, Charles Baudelaire, çev. Sait MadenZaman Zaman İçinde, Andrei Tarkovski, çev. Seda KervanoğluJurnal 1-2, Cemil MeriçYaşamak, Cahit ZarifoğluBir Hüzün Güncesi, Katherine Mansfield, çev. Şadan KaradenizGünlükler, Soren Kierkegaard, çev. İbrahim KapaklıkayaBulursanız okuyunBir Yazarın Günlüğü, Virginia Woolf, çev. Fatih ÖzgüvenSylvia Plath’ın Günceleri, çev. Şadan KaradenizHastane Günlüğü, Hervé Guibert, çev. Tahsin YücelTutsaklık Güncesi, Louis Althusser, çev. Esra ÖzdoğanGünlükler, Stefan Zweig, çev. İlknur ÖzdemirDefterler, Albert Camus, çev. Ümit Moran AltanGündökümü, Tomris UyarGünler, Cemal SüreyaAynalar Günlüğü, Salâh BirselEl Yazılarına Vuruyor Güneş, İlhan BerkKeşke günlükleri Türkçeye çevrilseHermann MelvilleVictor HugoJ. W. GoetheWitold GombrowiczRomain RollandNovalisWalt WhitmanHenry JamesStendhalW.B. YeatsKeşke günlük tutsalardıOscar WildeBehçet NecatigilImmanuel KantŞeyh GalibThomas BernhardVüs’at O. BenerArthur RimbaudBilge KarasuJ.D. SalingerAhmet Hâşim Günlükler arasında bir zaman yolculuğu
CEMAL SÜREYA’DAN
543. GünMilliyet Sanat’a uğradım. Fethi Naci Eleştiri Günlüğü’nü yollamış.TV’de, sekiz otuz haberlerinde, birden, Edip Cansever’in ölüm haberi verildi. Bu haber inanılmaz ölçüde sarstı beni. Rastlanmadık bir biçimde ve yüksek sesle ağlamaya başladım. Oğlum fazla kaygılanmış, gelip avutucu şeyler söyledi. Turgut’ta bunca sarsılmamıştım. Üst üste gelişte bir şey var belki. Otuz yıllık arkadaşımdı. Yalnız sanat serüvenimizi değil, haya serüvenimiz de iç içe durumlar yaşamıştır.544. GünSabah altıda evden çıktım. Bomboş sokakları dolaştım durdum. Başımda bir uğultu. Tuhaf da bir heyecan. Rıhtımda yürüdüm. 1 Haziran 1986”
(Günler)***
FERİT EDGÜ’DEN
Degerndorf, aralık, 58…
Duygusuz. Yola çıktığımdan beri duygusuz, her şeyin önünde ve her yerde. Her şey yabancı; her şey ilgimin dışında. Az önce balkona çıkıp ap ak çevreye bakarken yeniden anladım bunu. Kar burada her şeyi örttü. Olduğum yerden hiçbir şey görünmüyor; ne bir ağaç, ne bir ev, hiçbir şey. Her yer ap-ak. Gözyorucu bir aklık (boşluk?).(…)Yazmayı denemiyorum bile. Bu boşlukta yazmak? Niçin? Kimin için? Nasıl? Ordan oraya bocalıyordum. Şimdi biraz duruldum. Yazmak diye bir sorunum yok. Giderek belki okumak diye bile. Yanımda getirdiğim kitapların hemen hiçbirine el sürmüyorum. Bir çukur oluşuyor çevremde, bu çukura gün geçtikçe daha bir gömüldüğümü duyuyorum.… Acı çekme isteği. Kendini yeniden bulma.
(Bir Günlüğün Günlüğü-kitaplaşmamıştır)***
TURGUT UYAR’DAN
30.01.1956
Az konuşur olmayı, suskun olmayı erdem saymıyorum artık. Kendini kaçırmak, kendini gizlemek gibi geliyor bana.
27.02.1956
İzinliyim. Boşum. İlgisiz dolaşıyorum sokaklarda. Bu boşluk, bu kayıtsızlık ürküntü veriyor bana. Doğaya uygun, yapmacıksız bir yaşama özlüyorum. Kurtuluşumuz şiirden falan gelmeyecek, yaşamamızdan gelecek gelecekse.
3.1.1956
Nigâr Hanım’ın şiirlerini okudum. Elbette ilkel şiirler birçoğu. Ama birden düşünüyorum. “Gücenme, aslı harâbım senin firâkında” dizesi, bir bakıma, bir şiir geleneğinin yenilenmesi döneminde, yeni bir duygu, yeni bir söyleyiş sayılamaz mı?Geçmiş ozanları, duygularının, söyleyişlerinin cılızlığı yüzünden küçümsemek doğru mu? Duygular yeni, biçimler, duyarlanma yeni. Bugün bu şiirleri, dolayısıyla bu duyguları, ancak eski şiirler öyle yazıldığı için daha iyi anlıyoruz. Öyleyse, iyi kötü bütün geçmiş ozanlara selam.(Günlük-kitaplaşmamıştır)***
ALİ CANİP YÖNTEM’DEN
Cuma, 5 Mart 1920
Bugün öğleye kadar evde uyudum. Sonra sokağa çıktım. Arkadaşlardan diş tabibi Şevki Bey’le Cafer, Ömer’i ziyarete gelmişlerdi. Fakülteye götürdüğümüzü söyledim. Oraya gittiler.
Cumartesi, 6 Mart 1920
Öğle üzeri fakülteye gittim. Doğru Ömer’in odasına girdim. Bitap yatıyordu. Elini elime aldım. Ter içindeydi. Burnunun delikleri kararmış gibiydi. Nefesi de intizamsızdı. Hizmetçi kadınlara sordum. Gece çok sayıklamış, “Burası hastane değil, tımarhane… Ben Canip’e gideceğim!” demiş. Dalgındı, “Ömer! Ömer!” diye seslendim. Gayet fersiz gözlerle bana baktı: “Tanıdın mı?” dedim. Kendine mahsus çabuk ifadeyle kafasını sallayarak “Canip!” dedi, yine daldı. Kâğıdına baktım: hararet “39,2” şeker litrede 28. Bir müddet bekledim. Sonra tekrar seslendim: “Ömer, konsültasyon günü yarınmış, erkenden gelirim. Artık gideyim mi?” Kafasını salladı “Git, git!” dedi. Yeis içinde ayrıldım. Fakat hâlâ ümit ile doluydum. Çünkü Ömer ve ölüm birbirine tamamıyla yabancı iki şeydi. Eve gelirken deniz kenarında hizmetçime rasgeldim. Bana doğru koşuyordu. “Ne var?” dedim. “Sizi Tıbbiye’den istiyorlarmış. Rıdvan Beyler’de bekliyorlar” cevabını verdi. Soluk soluğa komşumuza gittim. Ortada bir fevkalâdelik vardı. Nihayet anlaşıldı: Ömer ölmüş!...
(Ömer’in Ölüm Hastalığına Dair Notlarım-Ömer Seyfettin, 1947)***
ŞAİR NİGAR HANIM’DAN
31.10.1917
İleride, bu satırlar bir kimsenin gözüne değerse, defterin güzelliğine şaşılmasın! Onu, bugün, Mahmutpaşa’da satın aldım, ama, az kaldı canım pahasına. Aman Yarabbi! İstanbul’umuza böyle ne oldu? Kalabalıktan tramvaylara girmek kabil değil ki! Toptan gülle çıkar gibi zorla bir vagona attım. Bu, tramvaya girmek değil, ezilmek, üst baş parçalamak… Ne oldu halkımıza Yarabbi? Bu her yeri dolduran kifayetsiz, kaba, kötü dilli insan kalabalığı nereden geldi? Evde yalnızlığıma, sokakta bu kalabalığa dayanamıyorum, ağlayacak hale geliyorum. İşte böyle, avunmak için, avare bir kuş gibi çırpınıyorum. Şu defterle de dertleşmesem çıldıracağım.
8.2.1918
Dün Naciye Sultan’a telefon edip “Pek göreceğim geldiyse de vasıta bulunmadığı için mehcur kaldığımı” söylemiştim. Lütfen araba gönderdi. Havanın şiddetine rağmen pek rahat gittim. Beşe kadar birlikte vakit geçirdik, çay içtik. Sultan Efendi pek ziyade iltifat etti,-Bu harb ne zaman bitecek?diye benden sordu. Halimiz ne olacak Yarabbi? Acıklı insanlık daha ne zamana kadar böyle inleyecek?
(Hayatımın Hikâyesi)***
CAHİT ZARİFOĞLU’NDAN
ANKARA 1978 28 KASIM
Üstad Necip Fazıl’ı Mola otelinde ziyaret ettik. Büyük Doğu’yu son beş sayı çıkarıp kapayışından sonra, arkadaşlar Akif, Erdem, Rasim onunla ilk kez karşılaşıyorlar. Alaeddin ve Mehmet de var. Üstad:-Büyük Doğu son çıkışında en parlak dönemini yaşadı. Kapanmasında çeşitli nedenler oldu. Ama en büyük amil siz oldunuz, dedi.Otelin ilk katında, lobideyiz. Üstad sakin, yumuşak ve yalnız. Saat 18’de beni Akabeden aradığında,-Arkadaşlara da haber ver, gelsinler, son bir görüşme yapalım, dedi. Erdemle Rasim’i görebileceğimi söyledim. Bu telefondan az önce, bu ikisine Üstad’ın önceki gelişinde yine kendilerini istediğini; ancak kendilerine haber veremediğimi anlatıyordum. Telefon tam o anda geldi. Büroya çıktık. Yine Üstad’ın telefonu. Bu kez Akif’le Hasan’ı da haberdar etmemi istedi.Lobi tenha. Üstad:-Bana giran geldiniz, diyor. Geçen olayları kısaca özetliyor. Rapor 4’te yazdıklarını ılımlı bir dille tekrar ediyor bir bakıma.(…)Üstad’ın söylediklerini, aradan 24 saat bile geçmediği halde hemen hemen hiç hatırlamıyorum. Tek tek cümleler aklıma geliyor. Mesela,-Yalnızım, dedi.Ondan böyle bir şeyi ilk defa duydum. Korkuyor insan.(…)
(Yaşamak)***
OKTAY AKBAL’DAN
28 Aralık Çarşamba
Ocak’ın 29’unda tam on yıl olacak. Ziya Osman Saba’yı karlı bir havada Eyüp’te toprağa vermiştik. Yıllar çabuk mu geçiyor belirli bir yaştan sonra? Çocuklukta günler, haftalar bitmezdi bir türlü. Ama yolun yarısına gelmeyegör, her şey kopuk bir film gibi akıveriyor… Ziya Osman’ı son görüşümde ince bir dosya çıkarmıştı çekmeceden. “Nefes Almak” yazıyordu üzerinde. Yeni kitabıydı. “Ölümümden sonra çıkacak,” demişti. “Haydi haydi,” demiştim, “Okurları o kadar bekletmeye hakkın var mı?” Gülümsemişti. Birkaç hafta sonrasını mı düşünerek. Ben düşünememiştim o günden ötesini. Canlı bir insanın, hele bir dostun, bir sevilenin yok olabileceğini düşleyemiyoruz.On yıl geçip gitmiş bile. Şiirlerini karıştırıyorum. Bilmeyen, Ziya Osman’ı yaşamı süresince ölümü özleyerek bekleyen biri sanır. Hep ölüm, hep ölüm düşünceleri. O ölümü değil, dünyada bulunamayacak bir çeşit “yaşam”ı özlüyordu.
(Anılarda Görmek)***
HİLMİ YAVUZ’DAN
Sabah, 24 Mayıs
Bu kaldırımüstü açık hava kahvesini seviyorum. Sabahları güneş almıyor ve rüzgâr duyumsanabiliyor. İlkyaz sabahları bu kentte, bir ağaç hışırtısıyla, işte buradayım, bu kahvede çayımı içmeye hazırlanıyorken, birden, bir kokuyla, belirsiz, geliveriyor. Kağşamış gövdemi üşütmemeye çalışarak ve onunla, o yaşlı, atık gövdeyle, genç ilkyaz arasındaki karşıtlığı bilincimde kavrayarak; bilincimin, işte bir ince dilim limon koyup, gövdeyle ilkyazın bileşimi olduğunu düşünerek, içiyorum çayımı.Eskiden, çok eskiden bir öykü yazmıştım. Malte gibi söyleyeyim: Ah, öyküler yazardım ben, genç kızların mavi kurdelelerinden söz açan, düz pabuçlu ve ince beyaz pardösüleri olan ve yağmurlardan; o öykülerden birinde, akşamları sokağa çıktığımda yüzüme menekşelerin atıldığını yazmıştım; -ve ‘ah, cumartesiler başkadır, sokaklar başkadır’ diye yazmıştım. Şimdi burada, bu zarif kaldırım üstü kahvesinde, İstanbul’da, ondan asla kopamadığım için beni izlemeyen bu kentte, (şimdi neler çağrıştırıyor, bu kent, ‘polis seni izliyor’lardan, polis izliyor’a) bu cumartesi sabahı, limonlu çayımı bitirmek üzereyken ve nedense bir çay daha isteyerek, gündelik yaşamımı inceltiyorum sanki.(…)
(Geçmiş Yaz Defterleri)***
CEMİL MERİÇ’TEN
26.2.1963
Ağaç her gün meyve vermez. Konuşmayan ağaçlar da vardır. Ne dallarında çiçekler gülümser baharları, ne çiçeklerinde arılar dolaşır. Konuşmayan ağaçlar da var…Zindanda söylenen şarkıyı kim dinler? Zindanda söylenen şarkı ölüm kokar, zincir kokar, küf kokar. Ölüm açacak kapısını bir sabah o zindanın, ardına kadar.Kuşlar gibi geçiyor günler önünden, cıvıldamıyorlar. Günler tren, günler mavi ufuklarda eriyen birer ümit. Kanatlarından yakalayamıyorsun kuşları. Tren sessiz gidiyor rüya ülkelerine.
(Jurnal - Cilt 1)***
TOMRİS UYAR’DAN
26 Aralık 1975
Öykü kitabım çıkmış. Cağaloğlu’na inip alacağım birkaç tane.Hava yağmurlu, pis.Köprünün tam ortasındayken yaygın, büyük bir kızıllık aldı gözümü. Şoför de şaşırdı. Birilerine sorduk, Gürün Han’da yangın çıkmış. Öteki hanlara da sıçramış.Halk öyle alışık ki böyle olaylara, kılı bile kıpırdamıyor. Sıkışan trafiği yarıp güvercinlere yem atanlar var, kimse başını çevirip yangına bakmıyor. Oysa gök ürkütücü, kara dumanlarla kaplı.İlk kitabımı basacak biri çıktığında bayağı sevinmiştim. Çünkü büyük çoğunluğun çarçabuk benimseyeceği bir iş yaptığımı sanmıyorum, bunu anlamam epey vakit aldı; ama artık kimlere seslendiğimi biliyorum. Bana dar, küçük gelen hiçbir şeyi kullanamayacağımı da.Üç-beş kitap alıp eve döndüm. Kapağı elledim, sevdim. Bütün nesneleri, varlıkları ancak dokunarak tanıyabiliyorum. Bir kadının saçlarının parlaklığını, inceliğini, bir erkeğin omuzlarını ancak değince anlayabiliyorum. Kitabım da artık benim sayılamayacağına göre, onu da dokunarak kavramaya çalıştım.
(Gündökümü)***

ATAÇ’TAN
17 Nisan Cuma, 1953
Baktım çocuklar uçurtma uçuruyor. Her yıl, ilkyaz aylarında, uçurtmayı gördüm mü, bir üzünç duyarım içimde, ağlamaklı olurum. Ben uçurtma uçurmadım ki! Çocukluğumda pek isterdim, o renk renk kâğıtlardan yapılmış uçurtmaların havalanmasına içimi çekerek bakardım. Annem bırakmazdı beni uçurtma uçurmama. Günah mıymış neymiş, öyle bir şey uydurmuştu.(…)Çocukluğum olmadı benim. Çocukluğu olmayanın gençliği de olmaz. Bir şey söyleyeyim mi ben size? İhtiyarlığı da olmuyor böylesinin. Hani güzel bir ihtiyarlık vardır, insan çocukluğunda yaptıklarını, gençliğinde yaptıklarını hatırlar, anlatır da gözlerinin içi parlar, ben kendimde değil, başkalarında gördüm onu. Çocukluğu, gençliği olmamış kişinin yaşlılığında da bir tatsızlık var, yalnız ölümü düşünüyor, ölümden korkuyor, işte o kadar.
(Günce: 1)***
NECİP FAZIL’DAN
Cuma, 9 OcakBugün hava yağmurlu ve puslu… Saat 2’ye 5 var… Bu âna kadar defterimi açamadım. Halim bir tuhaf…Bugün anladım ki, beni delikten çağırdıkları, meydancı gelip “Bir isteğin var mı?” diye sorduğu, berberin tıraşa geldiği, hasılı insanlarla temas ettiğim an, üstüme acayip bir uyuşukluk, sinsi bir donukluk, anlatılmaz bir garipseme hissi çöküyor. Hayret! Bir aylık yalnızlığın tesirine bakın! Hayırdır inşallah; nereye gidiyorum?
Perşembe, 15 OcakŞiir kitabımı bitirdim; ve güya rahat bir nefes aldım. Hava suratlı…Saat üç buçuk… Gaz sobam trampet çalıyor. Yevmiyemin 40’ıncı gününe rastlayacak olan 20 Ocak Salı gününün iple çekiyorum.
Cuma, 16 OcakAllah… Başka tek kelime söyleyemeyecek haldeyim.
(Kırk Günlük Hapishane Yevmiyesi-Cinnet Mustatili)

5 Şubat 2008 Salı

makale

Makale

Makale, herhangi bir konuda, bir görüşü, bir düşünceyi savunmak ve kanıtlamak için yazılan yazı. Gazete ve dergilerde yayınlanır. Bir gerçeği açıklamak, bir konuda görüş ve düşünceler öne sürmek ya da bir tezi savunmak, desteklemek için yazılan yazılara da "makale" denir.
== Özellikleri ==
Anlatım yalın ve yoğundur, nesnel bir nitelik taşır.
Öne sürülen düşünce ve tez kanıtlanır.
Söz oyunlarına başvurulmaz, süslü anlatımdan uzak durulur.
Her konuda makale yazılabilir.
Gazete, yazılı ve dergilerde yayımlanır.
Genellikle makale yazıları kısa ve öz olur
== Diğer bir tanım ==
Makale, bilim, fen konularıyla siyasal, ekonomik ve toplumsal konuları açıklayıcı veya yorumlayıcı niteliği olan gazete ve dergi yazısı.
Yazarın belli bir konuda, genellikle günlük politika ile ilgili görüşlerini dile getirdiği kısa metinlerdir. Makale, asıl gazetelerin yaygınlaşması ve gelişmesiyle kendini gösteren bir edebi türdür. Yazar bu kısa yazılarda çeşitli konulara ilişkin kişisel görüş eleştiri ve önerilerini sıralayabilir. Ya da politik veya toplumsal sorunlara değinebilir. Konular politikanın yanı sıra, bilim, dil, kültür gibi yazarın tercih ettiği herhangi bir alan da olabilir. Makalenin amacı, açıklama, eleştiri, tanıtım, bilgilendirme de olabilir. Ama genellikle eleştirel tutum ön plandadır. Makaleler, günlük yazıldıktan sonra bir araya getirilerek makale kitapları şeklinde yayınlanabilir.
ANSI'nin (Amerikan Ulusal Standartlar Enstitüsü) tanımı şöyledir: Bilimsel makaleler, bilgi birikimini önemli ölçüde genişletmek, belirli bir bilgiyi veya anlayışı teyit etmek amacıyla yazılan ve nitelikli bir araştırmacının verilen bilgilerden hareket ederek,
a) Araştırmayı aynı koşullarda tekrarlamak suretiyle sonuçların doğruluğunu test edebileceği,
urgulanmış olduğu çalışmab) Yazarın gözlemlerini, hesaplamalarını, mantık yürütme biçimini ve kuramsal çıkarımlarını izleyebileceği,
c) Sonuçların geçerliliğini yargılayabileceği,
yazım biçiminde iddialar yanında yetersizlik ve kısıtların da vardır.
Amacı ne kadar bilgilendirmek, aydınlatmakta olsa makaleler bir sebepler topluluğunun var ettiği sonuçlar birliğidir.

MAKALE NEDİR ?

Makale, belirli bir konuda, bir görüşü, bir düşünceyi savunmak ve kanıtlamak için yazılan yazı türüne denir. Gazete dergi ve internette yayınlanır. Ayrıca herhangi gerçeği açıklığa kavuşturmak, bir konuda görüş ve tezler ortaya koymak ve bir hipotezi savunmak, desteklemek için yazılmış olan yazılara da makale denir.
Makale yazarken aşağaıdaki kriterler önemlidir.-Anlatımda sade ve belirli bir formata uygun olursa daha iyi olur. -Somut özellikler ön plandadır.-Öne sürülen düşünce ve tez kanıtlamak icap eder.-Makele yazarken belirli bir konu yoktur. Yazar her konuda yazabilir.-Gazetee dergi ve internette yayımlanır.
Ayrıca bilimsel standartlarda makale yazmak çok önemlidir. Örneğin çok önemli bir hipotezi ispatlasanız dahi eğer bu bilimsel makale formatına uygun değilse hiç bir bilimsel yayında itibar görmez hatta yayınlanmaz. Bu sebeple akademik kariyer sahibi insanlar makalelerini belirli bir formata uygun kalarak yazmak zorundadır. Bu okuyanların işini kolaylaştırır. Akademik bilgi düzeyi ve yazılan hipotezin doğruluğu ile ilgili makale arasında bilimsel bilgi düzeyi açısından direk bir bağlantı olmasa da, bilimsel makale yazma alışkanlığınız ve formata uygunluğunuz karşı tarafın sizi değerlendirmesinde rol oynayabilir. Akademik süreçde bilimsel Dünya ya sunulan bir bilgi demetinin başarısı anlaşılır bir düzeydeki dille ve formatına uygun bir biçimde karşı tarafın yargı gücüne sunulmuş olma özellikleri ilr doğru orantılıdır.

gezi yazısı ve örnek

GEZİ YAZILARI
Gezi Yazılarının Tanımı ve Niteliği
Bir yazarın gezdiği, gördüğü ve incelediği yerlerden edindiği bilgi, görgü ve izlenimleri yansıtan yazıya ‘gezi yazısı’ denir.
Gezi yazılarında yalnız gezilip görülen yerlerin doğal özelliklerinin belirtilmesiyle yetinilmez. O yerlerdeki insanların gelenek, görenek ve zevkleri de tanıtılmaya çalışılır. Doğru bilgi ve gözlemlere dayalı gezi yazıları tarih, coğrafya, toplumbilim gibi bilim dalları için de yararlı bir kaynak olarak değerlendirilebilir. Bu tür yazılar ayrıca okurların genel kültürlerini geliştirmede önemli bir rol oynar.
İnsanlar, kendi yakın çevreleri dışında olup bitenleri öğrenmek isterler. kitaplarda okudukları, haritada gördükleri kıta, ülke veya kentlerde yaşayan insanların gelenek ve göreneklerini merak ederler. görmeyi hayal ettikleri yerleri, usta yazarların aracılığıyla tanımaktan,’gezer gibi olmaktan’ zevk duyarlar.kendisi de gezi türünde eser vermiş olan Ahmet Haşim bu duyguyu şöyle dile getirir,’…seyahatname okumanın tadını öteden beri bilirim.bütün çocukluğum onları okumakla geçti.kış geceleri dışarıda rüzgar olurken,bir gaz lambasının ışığını gözbebeklerimde iki altın nokta gibi taşıyarak zengin bir ateş karşısında,rahat bir koltukta okuduğum o Afrika ve Amerika seyahatnamelerinin masum ve namuslu üslubundan aldığım tadı bana pek az edebiyat eseri verebilmiştir.’(Bize Göre,Gurebahane-i Laklakan,Frankfurt Seyahatnamesi,s.70)
Gezi yazıları gerçekten yaşanmış bir hayat kesiminin ürünüdür. Bu tür yazıların ağır basan yönü, anlatılanların dikkatli bir gözleme dayanmış olmasıdır. Yazar, şüphesiz, gördüklerini anlatırken anılarından söz edebilir, birtakım yazılı veya sözel kaynaklardan yararlanabilir, karşılaştırmalar ve çözümlemeler yapabilir. Ancak tüm bu çabaların keskin ve sağlam bir gözlem gücünden kaynaklanması şarttır. Biz buna ‘görmesini bilme yeteneği’ de diyebiliriz.
Gezi yazarları, uzun bir süre, daha çok insanların hiç gezip görme imkânı bulamadıkları ülkeleri, bölge ve kentleri tanıtma amacı gütmüşlerdir. Kutuplar, Afrika’nın balta girmemiş ormanları ile Orta Asya, Güney Amerika gibi kıtalarda yaşayan insan topluluklarının ilginç yaşayış biçimlerini tanıtan gezi yazılarının yanında New York, Tokyo, Paris, Londra gibi büyük şehirleri anlatan yazılara da rastlanmaktadır.
Bir gezi yazısının kendi türünde değerli olabilmesi, bazı nitelikler taşımasına bağlıdır. Bu niteliklerden biri, okuyucu için ilginç görünüm, durum veya olayları kapsayabilmesidir. İkinci nitelik, gezilen yerler ile görülen şeylerin dış görünüşünden çok öze inen ve insanların iç dünyalarını yansıtan hususları gözler önüne serebilmesidir. Üçüncü nitelik ise görülen yerler ve insanları, edinilen izlenimleri yalın, sürükleyici ve renkli bir dille anlatabilmesidir.
Gezi yazılarını, ele alınan konular ve anlatım bakımından ‘anı’ ve ‘röportaj’ türünden yazılara benzer bazı yönleri bulunur. Çünkü gezi, anı ve röportaj diye adlandırılan yazılar geniş ölçüde yazarın gözlem, izlenim ve yorumlarına dayanır. Bu nedenle bu türlerde yazılmış eserleri bir sınıflamaya tabi tutmak bazen güçtür. Bununla birlikte, her üç türün de birtakım ayırıcı özellikleri vardır. İyi bir okur bu özellikleri bilir veya belirlemede güçlük çekmez.
Gezi Türünün Gelişimi
Gezi türünün uzun bir geçmişi vardır. Bu günkü tanımına ve niteliğine tam uymasa da çok eski çağlarda gezi türünden sayılabilecek örneklerin bulunduğu bilinmektedir. Eski Yunanistan’dan başlayarak günümüze kadar çeşitli ülkelerden birçok gezgin, elçi, şair ve yazar gezip gördükleri yerleri anlatan eserler meydana getirmişlerdir.
Başka ülkelere yapılan yolculuklarla ilgili ilk gezi yazılarına örnek olmak üzere M.S. 448’de Hun hükümdarı Atilla’ya gönderilen elçilik heyetinde görevli tarihçi Priskosun eseri ile M.S. 568 de Kilikyalı Zemarkhos’un Göktürkler ülkesinde Bizans İmparatorluğu elçisi iken tuttuğu notları gösterebiliriz.
İranlı şair ve din adamı Nasır Hüsrev ‘in hac maksadıyla yaptığı Mekke gezisini ve bu arada Mısır ve Anadolu’nun doğusunda gördüklerini anlatan ‘sefername’ adlı eserini de ilk gezi kitapları arasında sayabiliriz.
Gezi türünün ilk önemli eselerini verenlerin başında şüphesiz Venedikli ünlü gezgin Marco Polo ile yine ünlü Arap gezgini İbn-i Batuta’yı anmamız gerekir.
Marco Polo, Yakın Doğu ve Orta Asya ülkelerini kapsayan uzun bir yolculuğa çıkmış ve bu yolculuğunda gezip gördüğü yerleri anlatan bir eser yazmıştır. Birçok dile çevrilen bu eser gezi edebiyatının ilk klasik örneklerinden biri sayılır. Arap gezgini İbn Batuta da Anadolu, Harezm, Maveraünnehir ve Horasan’ı dolaşarak oralarda yaşayan Türklerin teknik ve toplumsal özelliklerini anlatan bir kitap yazmıştır.
Önceleri daha çok tarihçilerin ilgi gösterdikleri bu eserler, sonradan edebiyatçıların da dikkatini çekmiştir. Ele alınan konular, kullanılan dil, yazarların gözlem ve anlatım özellikleri bakımından gezi yazı ve kitapları artık edebiyatın bir kolu, bir başka deyişle bir yazı türü özelliği kazanmıştır.
Gezi Yazılarının Çeşitleri
Gezi yazılarını, yolculuk yapılan yer bakımından ikiye ayırmak mümkündür: yurtiçi gezi yazıları ve yurt dışı gezi yazıları…
Yurtiçi gezi yazıları, bir yazarın herhangi bir amaçla kendi ülkesinde yaptığı bir yolculuk sırasında gezip gördüğü yerleri ve edindiği izlenimleri anlattığı yazılardır. Bu tür gezi yazılarına, Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu Notlarını gösterebiliriz.
Yurtdışı gezi yazıları ise bir yazarın kendi ülkesi dışında yaptığı gezi ve incelemelerinin bir ürünüdür. Bu tür gezi yazısına da Falih Rıfkı Atay’ın Deniz Aşırı adlı eseri örnek olarak gösterebiliriz.
Gezi yazılarını, gezi türünde eser veren kimselerin durumları bakımından da ikiye ayırabiliriz: uğraşları yazarlık olan kimselerin kalemlerinden çıkan gezi yazıları, uğraşları yazarlık olmayan kimselerin ortaya koyduğu gezi yazıları.
Yazarlığı bir meslek olarak benimsemiş kimselerin eserlerinde gezilen görülen yerler, değinilen konular, insanlarla ilgili gözlemler yazı sanatının birçok özelliğini yansıtan renkli bir dille anlatılır.
İkinci kategoriye giren yazılar, genellikle yazarlıkla ilgili olmayan, fakat yurt içinde veya dışında bazı yerleri görmek üzere geziye çıkanların veya geçici görevlerle yabancı bir ülkede oturanların kaleme aldıkları yazılardır. Bu gibi kimselerin eserlerinde anlatım kuru ve renksiz olabilir. Ancak bu tür eserlerde bazen çok ilginç gözlemlere, sağlam bilgilere ve mantıklı yorumlara rastlayabiliriz. Örneğin ünlü Türk denizcisi Piri Reis’in Bahriye adlı kitabı bu bakımdan ilginçtir. Bu kitap Akdeniz’i çevreleyen karalar, ormanlar, dağlar, kentler üzerinde verdiği bilgilerle hem bir deniz atlası, hem de bir gezi kitabı niteliği taşır.
Gezi yazılarını amaç ve yazılış bakımından da üçe ayırmak mümkündür: günü gününe alınmış notlara dayalı gezi yazıları, mektup biçiminde yazılan gezi yazıları ve bir ülkeyi daha nesnel ve derinlemesine tanıtmayı amaçlayan gezi yazıları.
Kimi yazarlar, gezip gördükleri yerleri günü gününe veya aralıklı olarak tuttukları notlarla anlatırlar. Bu gibi gezi yazıları çoğu kez anı türünün de özelliklerini taşır. Bu çeşit gezi yazılarına Burhan Arpad’ın Gezi Günlüğü adlı eseri örnek olabilir.
Kimi yazarlar da gezi izlenimlerini belli aralıklarla arkadaşlarına yazdıkları mektuplarda anlatırlar. Bu gibi gezi yazılarında mektup türünün hemen hemen her özelliğini görebiliriz. Bu çeşit gezi yazılarına Celaleddin Ezine’nin Amerika Mektupları örnek olarak gösterebiliriz.
Üçüncü tür gezi yazıları, yazarın kişisel gözlemleri yanında daha başka bilgi ve belgelere dayalı tasvir ve yorumları içerir. Örneğin Falih Rıfkı Atay’ın gezi kitapları genellikle bu biçimde yazılmış eserlerdir.
Türk Edebiyatında Gezi Yazıları
Bugünkü bilgilerimize göre Türkçe yazılan ilk gezi kitabı, tanınmış denizcilerimizden Seydi Ali Reis’in Miratül-Memalik adlı eseridir. Eser Portekizlilere karşı savaşırken Hint denizinde fırtınaya yakalanıp Gücerat’ta karaya çıkan Seydi Ali Reis’in Hindistan, Afganistan, Buhara ve Maveraünnehir yoluyla Edirne’ye dönüşü sırasında başından geçen serüvenleri kapsar.
Ünlü bilginlerimizden Kâtip Çelebi’nin Cihannüma adlı eseri de gezi yazılarında rastlanan birtakım özellikleri içermektedir. Kâtip Çelebi, Osmanlı ülkesinin birçok yerini dolaşmış ve eserinde gördüğü bu yerlerle ilgili ayrıntılı bilgiler vermiştir.
Edebiyatımızda gezi türünde ilk büyük ve önemli eserin yazarı Evliya Çelebi’dir. Tarih-i Seyyah adını taşıyan on ciltlik eserinde Evliya Çelebi, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde ve dışında gezip gördüğü yerleri anlatır. Bu yerler arasında Bursa, İzmir, Trabzon gibi şehirlerimiz yanında Avusturya, Hicaz, Mısır, Habeşistan ve Dağıstan gibi yabancı ülkeler de bulunmaktadır. Evliya Çelebi’nin gezi kitabından XVII. Yy. toplumumuzun zengin kültür özelliklerini öğrenmek mümkündür. Anlatımdaki sadelik, içtenlik ve söyleşi havası da eser için ayrı bir üstünlük sayılır.
XVII. yy’da Hac yolculuklarını anlatan bir takım gezi kitapları ile birlikte Avrupa ve Yakın Doğu ülkelerine gönderilen elçilerimizi yazdıkları “sefaretname”leri de birer gezi eseri sayabiliriz. Bu eserler arasında gezi türünün özelliklerini en belirgin biçimde taşıyanı Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi’dir. Yazar bu eserinde Lale Devri’nde Fransa’da elçilik yaparken gördüklerini tatlı bir dille anlatmıştır.
Edebiyatımızda gezi türünden yazılara ilginin arttığını daha çok XIX. yy’da görüyoruz. Bir takım denizcilerimizin, ülke dışındaki Müslümanların eğitilmesi için görevlendirilmiş din adamlarımızın ve gezginlerimizin görevle ve ya kendi istekleri ile gezip gördükleri yerleri anlatan eserlerini burada anmak gerekir. Bu eserlerde Orta Asya, Uzak Doğu, Afrika, Güney Amerika üzerinde ilginç gözlem ve izlenimlere dayalı bilgiler sergilenmiş bulunmaktadır.
Tanzimat’tan Sonraki Gelişmeler
XIX. yy’nin sonlarında yayımlanan ve gerçek bir gezi yazısı niteliği taşıyan eser Ahmet Mithat Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelan adlı kitabı olmuştur. Yazar bu eserinde İstanbul’dan Stockholm’e kadar yaptığı tren yolculuğuna ve dönüşünde uğradığı birçok Avrupa kentlerine ilişkin gözlem ve izlenimlerini anlatır. Ali bey’in Seyahat Jurnali adlı kitabı da bu yüzyılın önemli gezi eserleri arasında sayılır.
1908’den sonra gezi türünden eserlerin sayısında önemli bir gelişme görülmektedir. Bunda okur sayısının artışı yanında yabancı gezi kitaplarının Türkçeye çevrilmesinin etkisi büyük olmuştur. Bu dönemin tanınmış şair ve yazarlarından Cenap Şehabettin’in Hicaz yolculuğunu anlatan Hac Yolunda Suriye ve Irak’tan söz eden Afak-ı Irak ve bir Avrupa gezisinde gördüklerini yansıtan Avrupa Mektupları adlı eserlerini Türkçe gezi türünün başarılı örnekleri arasında gösterebiliriz.
Cumhuriyet Döneminde ve Günümüzde Gezi Yazıları
Cumhuriyet döneminde edebiyatımızda gezi türünde nicelik ve nitelik yönünden büyük bir ilerleme sağlanmıştır. Bu dönemin tanınmış gezi yazarları arasında önce Falih Rıfkı Atay’ı anmamız gerekir. Atay’ın Denizaşırı, Taymıs Kıyıları, Bizim Akdeniz, Tuna Kıyıları, Hind, Yolcu Defteri, Gezerek Gördüklerim ele alınan konular ile gerek gözlem gerekse anlatım ustalığı bakımından ilginç ve değerli eserlerdir.
Cumhuriyet döneminde gezi türünde eser veren diğer yazarlar arasında İstanbul’dan Londra’ya Şileple Yolculuk ve Akdenizde Bir Yaz Gezintisi adlı kitaplarıyla Saik Sabri Duran’ı, Finlandiya adlı kitabıyla Şükufe Nihal’i, Bir Vagon Penceresinden ve Ankara-Bükreş adlı kitaplarıyla Sadri Ertem’i, Tuna’dan Batıya ve Anadolu Notları adlı iki ciltlik kitabıyla Reşat Nuri Güntekin’i, Anadolu Manzaraları adlı kitabıyla Hikmet Birand’ı, Gezi Günlüğü ve Avusturya Günlüğü adlı kitaplarıyla Burhan Arpad’ı sayabiliriz.
Son yıllarda gezi edebiyatımız yeni eserlerde daha da zenginleşmiştir. Yabancı ülkelerle kültürel ilişkilerin artması ve bireysel gezi imkanlarının çoğalması sonucu olarak bu türde eser yazanları sayısında da bir artış görülmektedir.
Günümüz yazarları arasında gezi yazı ve kitaparıyla ün yapmış olanlar arasında Mavi Yolculuk ve Mavi Anadolu isimli eserleriyle Azra Erhat’ı, Düşsem Yollara Yollara adlı eseriyle Haldun Taner’i, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, Macaristan adlı eseriyle Melih Cevdet Anday’ı, Sam Amcanın Evinde ve Bir Garip Ada adlı eserleriyle Badii Faik Akın’ı, Canım Anadolu adlı eseriyle Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu, Şu Bizim Rumeli adlı eseriyle Yılmaz Çetiner’i ve Almanya Beyleri İle Portekiz’in Bahçeleri adlı eseriyle Nevzat Üstün’ü sayabiliriz.
Gezi (Seyahat) Yazısı
Gezilip görülen yerlerin, tarihi,coğrafi,ekonomik ve kültürel özelliklerini anlatan yazılara Gezi yazısı denir.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi örnek olarak verilebilir.
Yazarların yurt içinde veya yurt dışında yaptıkları gezilerde, gördüklerini anlattıkları edebî eserlerin ortak adı. Bu eserlerde yazarlar, gezip gördükleri yerlerdeki insanların bütününün veya belli bir kesimin yaşayışını, gelenek ve göreneklerini, dikkatlerini çeken ve okuyucuların da ilgi duyacaklarına inandıkları özelliklerini anlatmaya çalışırlar.
Seyahatname veya bu mânâyı taşıyan bir başka isim altında kaleme alınmış eserlerden başka pek çok sefâretnâme, tarihî, coğrafî konularda yazılmış pek çok eser, bütünü ile olmasa da seyahatname özelliği gösteren bölümler taşırlar.
Seyahatnameler, yazarların sadece gezip görmek ihtiyacından doğan eserler değildir. Çeşitli savaşlar, ziyaretler, görevle başka ülkelere gönderilen memurların yolculukları, bu yolla tanınan başka şehir, ülke ve insanlar, bu tür eserlerin yazılmasını hazırlayan önemli sebepler arasında sayılır.
Bir eserin seyahatname olarak kabul edilmesi için onda mutlaka gezilip görülen bir başka şehrin ve ülkenin anlatılmış olması gerekmez, içinde yaşanılan şehrin bütün özelliklerini anlatan eserler de zamanla ve toplumdaki değişmelere bağlı olarak seyahatnameler arasına alınır. Evliya Çelebi'nin eseri olan Seyahatnâme'nin birinci cildi, her yönü ile sadece İstanbul'u anlatır. Ruşen Eşref Ünaydın, İstanbul üzerine yazdıkları ile daha sağlığında "istanbul Seyyahı" olarak isim yaptı. Türk edebiyatında seyahatname türünde kaleme alınmış en büyük eser, Evliya Çelebi'nin on cilt olarak yazdığı Seyahatnâme'dir. 3u eser dünyada, bu türde yazılmış bütün eserlerle boy ölçüşebilecek bir mükemmelliğe sahiptir. Ayrıca Şeydi Ali Reis'in Mir'âtü'l - Memâlik (Ülkelerden Manzaralar) Nâbi'nin Tuhfetü'l-Harameyn, İzzet Molla'nın Mihnet - Keşan adlı eserlerini, Tanzimat'tan önceki devrede yazılmış Seyahatnameler arasında sayabiliriz. Tanzimat'tan sonra ve özellikle Cumhuriyet'ten bu yana bu türde verilen eserlerin sayıları çok artmıştır.

Gezi yazısı, yurt içine veya yurt dışına yapılan gezilerde gezilip görülen yerlerin anlatmaya değer ilginç yönlerinin kaleme alındığı edebî yazıdır. Ancak gezi yazısı yapan kişinin ele aldığı yer hakkında bir takım bilgilere sahip olması gerekir.Gezi yazılarında gezginin dikkatini çeken ve farklı bir özellik gösteren insanlar, tarihî ve tabiî güzellikler, farklı kültürler gibi konular güncel olaylarla da bütünleştirilerek edebî bir üslûpla anlatılır.Günümüzün (ulaşım, haberleşme, radyo, televizyon, bilgisayar, internet gibi) teknik imkânları gezi yazılarının önemini ve ilginçliğini kısmen de olsa azaltmakla birlikte tarihî değeri olan seyahatnameler hâlâ önemini koru­maktadır.Gezi yazısının maddeleri:Gezi yazısı görülen yerlerin güzellikleri hakkında duygu ve düşünce içerebilir. Gezi yazıları, bir yazarın gezdiği, gördüğü yerlerden edindiği izlenim ve bilgileri ele alan yazı türüdür. Bu yazı türünde gezilip görülerek yaşanan yerlerin doğal, ekonomik, tarihsel ve turistik özellikleri; yaşam biçimleri, inanç, gelenek ve görenekleri anlatılır. Gezi yazıları anlatılan yerleri görme özlemini bir ölçüde karşıladığından çok sevilen edebiyat türlerinden biridir. Bir yazarın gezip gördüğü yerlerden edindiği izlenim ve bilgileri aktardığı yazılardır. Gezi yazılarında gezilen yerlerin sadece doğal güzellikleri değil, tarihi gelenekleri ve zevkleriyle ilgili bilgiler de verilir. Bu nedenle gezi yazıları toplumbilim ve birçok bilim dalı için kaynak niteliği taşır. Anlatılanlar hayal ürünü değil gerçektir. Gezi yazıları kuvvetli bir gözlem gücüne dayanır.Venedikli tacir makro Polo ve Arap gezgin İbn-i Batuta gezi yazısının dünya edebiyatındaki önemli temsilcileridir. Türk edebiyatında ise Babür Şah’ın Babürname’si, Seydi Ali Reis’in Mir’atü’l-Memalik’i, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si ve 28 Mehmet Çelebi’nin Sefaretname’si bu türün ilk önemli eserleri sayılırlar. Tanzimat’tan sonra Ahmet Mithat ( Avrupa’da Bir Cevelan ), Cenap Şehabettin ( Hac Yolunda ), Ahmet Haşim ( Frankfurt Seyahatnamesi ), Falih Rıfkı Atay ( Taymis Kıyıları , Bizim Akdeniz, Denizaşırı ) ve R. Nuri Güntekin ( Anadolu Notları ) gezi türünde eser veren önemli sanatçılardır.yasananların gercek oldugundan tarıhe yazılı bır ornek olarak gösterilebilirÖrnek Gezi Yazısı Van'dan Ağrı'ya Yolculuk / Haldun AydıngünGeçen yıl Temmuz ayı yaklaşırken olağan yıllık yaz tatili farizemizi Van Gölü ve çevresinde ifa etmeye karar vermiştik. Bu kararımızı almamızda yörede kazı yapmakta olan dostlarımızın daveti de oldukça etkili olmuştu.Uçakla keyifle giderken altımızdan yavaş yavaş geçen coğrafyayı ilgiyle izliyordum. Eşim bir şeyler mırıldanıp kalktı. Uçaklarda yerinden kalkan bir insanın gideceği çok fazla bir seçenek olmadığını düşünüp aşağıları seyretmeye devam ediyordum ki, omzuma dokunan nazik bir elle irkildim. Üzerime eğilmiş nazik kabin görevlisinin dediğine göre kaptan pilot beni çağırıyormuş. Emektar Boeing 727'nin şimdiki uçaklara göre çok daha geniş olan pilot kabinin en arka Van kalesi koltuğuna otururken Kaptan pilot yerinden kalkmadan elini bana uzatıyor, Eşim de bizi tanıştırıyordu. Van gölünün üzerinde tatlı bir dönüş yaparak şehire yaklaşıyorduk. Van gölü son yıllarda yükseldiğinden bu tür görüntülere gittikçe daha çok rastlanmakta.Gezimizin Van'ın dışında kalan bölümleri için tanıdıklar aracılığıyla bir araba tutmamız önerilmiş, kararlaştırılmış ve hatta ayarlanmıştı. Sahibi de aracını yıkayıp getirmişti. Yurt dışında birden fazla kez araç kiralamış birinin refleksleriyle hemen bagajı açıp, stepneyi ve diğer alet edevatı kontrol ettim. Hepsi tamamdı. Aracın ruhsatını elime alınca üçüncü bir şahısın adıyla karşılaştım. Ruhsatın kılıfına katlanıp konmuş bol imzalı ve el yazılı bir sözleşmede de dördüncü bir şahsa yapılan bir satıştan söz ediliyordu. Ben ise sadece araç sahibini bize tanıştıran ikinci şahısı biliyordum. Araç sahibi (şimdi bu espriyi iyice sulandırmak için beşinci şahıs diye adlandıracağım) ise bir türlü adını bahşetmiyordu. Tofaş'ın meşhur kuş sınıfından otomobilin normal kaskosu yoktu, zorunlu trafik sigortası ise bir yıl önce hitama ermişti. ""Kimse bakmaz, merak etme."" Sözleri yeterince inandırıcı geldi ki, keyifle arabamıza atlayıp, Van Gölünün en kuzeyindeki Erciş'e doğru yola çıktık. Daha şehri tam terk etmeden yol aramasıyla karşılaşıp durduk. Sonra bir daha durduk, sonra bir daha. Bir yerlerde inip, kimliğimizi yol kenarındaki bir kulübeye yazdırdık. Sanırım başka bir yerde, ""Daha çok arama var mı?"" diye sorunca, çocuk yüzlü asker ""ıki tane daha var, sonra konvoya gireceksiniz."" dedi. ıçimden ana avrat, dışımdan ise mantıklı dozda küfürler ediyordum. (Nedense Ankara'da düzeyli bir eğitim almış eşim, kibar erkeklerin küfür etmelerini, elle garip hareketler yapmalarını fazla hoş karşılamıyor.) Konvoy işi canımı iyice sıkmıştı. Bu durum, gittiğimiz yörede risk faktörünün sandığımızın çok üzerinde olduğu anlamına geliyordu. Sinirimizi iyice bozmalarına karşın, yoldaki askeri aramaların hoş bir yanı da yok değildi. Hiç olmazsa bir kaç sözcük için bile olsa temiz ıstanbul türkçesi duyabiliyorduk. Erciş'i geçip, Tatvan'a dönünce ortam birden yumuşayıverdi. Asker aramalarından eser kalmamıştı. Bu iki anlama gelebilirdi, ya tehlike yoktu, ya da o kadar çoktu ki herkes kaçıp gitmişti. Böyle abuk subuk düşüncelerin pençesinde inlerken, birden Van gölünün güzelliği dikkatimizi çekti. Göl son derece hoş görünüyordu. ıyice yaklaştığımız Süphan dağı da harikaydı. Bundan yıllar önce yüksekliği yanlış olarak 4400 metre diye hesap edildiği için daha yakına kadar Türkiye'nin ikinci en yüksek dağı neresi diye, bilgi yarışmalarında soruluyordu. (şu andaki yüksekliği 4080 metre). Kıyıya sırtını dönmüş Adilcevaz'ı geçtikten 23 km sonra Ahlat'a geldik. Yer ayırtmış olduğumuz Selçuklu otelini bulmak zor olmadı, alışmak ise biraz uzun sürdü. Otel seksenli yıllardaki turizm patlamasının anısına yapılmış bir anıt gibi duruyordu. Aslına bakılırsa, şiddetli bir hayal kırıklığına uğramış bir tesis demek en doğrusu olacaktı.Günün son ışıklarından faydalanmak için mayomu giyip, çekine çekine önce lobiye, ardından da bahçeye indim. Yarı çıplak bir erkeğin nasıl karşılanacağını kestiremiyordum. Sonunda denize ulaşmıştım. Buradaki insanlar Van Gölüne ""Deniz"" diyorlar, siz de hemen alışıyorsunuz. Karşı kıyının hayal meyal göründüğü bu kadar büyük bir su kütlesi deniz denmeyi hak ediyor. Doğu gezimizin ruhsal temposu belli olmuştu. Bir an pişmanlık ummanında yüzerken, hemen ardından sevincin ve heyecanın doruklarına çıkıyorduk. Gölün içinde dolanırken .Sadece ne kadar harika bir yerde olduğumuzu düşünüyordum. Akşam yemeği için bahçenin gizli saklı bir köşesini seçtik. Eşimin oteldeki, hatta tüm Ahlat'taki tek kadın olma olasılığına karşı kendimce tedbirler alıyordum. Neyse ki modern tipli bir ana kız, ve sevgilisiyle geldiği izlenimi yaratan başka bir bayan, en azından benim içimdeki havayı yumuşattılar. Otelin sanırım tüm çevredeki kısa ve uzun süreli aşklara kol kanat geren bir misyonu vardı ve bu nedenle çok değerli olmalıydı. Bu terk edilmiş kovboy kasabasında, pardon! otelde yemek olarak ne olabilir ki diye düşünürken, gelen balıkların nerdeyse içine düşüyorduk. Ayrıca bira buz gibi, mezeler çok lezzetli, garson son derece saygılıydı. ıki yolunu şaşırmış yolcu bundan başka ne isteyebilir ki deyip batan güneşin kızıllığında Van gölünü seyre daldık. ılk anından itibaren otel bizi şaşırtmaya devam ediyordu.Ahlat ilçesi Dünyanın en büyük Selçuklu mezarlığına sahip. Hemen yakın çevrede görülecek inanılmayacak sayıda yer var. Tarih ve gezme bilinciyle gözü dönmüş iki seyyah olarak sabahın köründe fırlayıp kendimizi o eserlerin arasına atacağımızı, yaz güneşi her yeri ezmeden, elde fotoğraf makinalarımız, en küçük renk nüanslarını yakalamaya çalışacağımızı sanırdınız değil mi?.. Keyifle uyandık. Bir süre balkonumuzdan masmavi gölün suyunu ve karşıdaki dağları seyrettik. Hemen ardında çatışmaların sürüp gittiği uğursuz dağlar buradan bakınca çok güzel görünüyorlardı. Ayrıca Ahlat'taki Selçuklu eserleri yüzlerce sene durduklarına göre biraz daha bekleyebilirlerdi. Mayolarımızı giyip kıyıya indik. 1700 metre yükseklikteki denizimizin serin ve kuru havasında güneşleniyor, kitap okuyor, garsonları her gördüğümüzde bir şeyler istiyorduk. Masamıza gele gide onlar da bize alışmaya başlamışlardı. Hatta gülümsedikleri bile oluyordu. Aslında Akdeniz kıyısındaki bir tatil yerine göre inanılmayacak kadar lüks içindeydik. Çünkü denizi kimseyle paylaşmıyorduk. Öğleden sonra dört sularında önce Ahlat Müzesini gezdik. Sevimli yapının küçüklüğünden içindekilerin değersiz olabilecekleri fikrine kapılabilirdiniz ama eşi benzeri olmayan, insan tasvirli Selçuklu kaplarını görünce fikriniz değişiyordu. Müze Müdürü Mehmet Yıldız'la tanıştık. Çevreyi birlikte dolaştık. Gençti ama altı yılını buralara vermişti, anlatacak çok şeyi vardı. Ahlat'ı Mehmet Bey'le dolaşırken sayıları düşünüyordum. Örneğin, Efes'teki Küretler caddesinde binlerce hemcinsimle birlikte aşağıya doğru yürürken hep ""mee! mee!"" diye bağırma ihtiyacı duyarım. Turizmin patladığı tüm ören yerlerinde de bu koyun hissiyatı yakamı bırakmaz. Burada ise bambaşkaydı. Kendimi saygın ve özel bir insan olarak görüyordum. Bu günlerde oralara çok az kişi gittiği için aklı başında görünen her gezgin önemliydi ve yerel halk tarafından hak ettiği ilgiyi fazlasıyla buluyordu.Akşam yemeği de kusursuz geçmişti ve bahçede hızla artan erkek nüfusundan cesaret alarak erkenden odamıza çekilmiştik ki ""O"" başladı. Bir an tüm bina yıkılıyor sandık. Koşup balkondan aşağı bakınca, güzel bir kadın siluetinden inanılmaz ölçüde detone, kart ve yüksek bir cayırtının çıktığını gördük. Canlı müzik diye yutturmaya çalıştıkları ""şeyin"" kalitesizliğini anlatmaya kelime bulamıyordum. Sıcağa rağmen balkonun kapısını kapattık. Yetmedi. Kulaklarımıza pamuklar tıkadık ve başımızı yastığın altına gömdük. Çare olmadı. Resepsiyona telefon ettik. Bize üzüntülerini belirttiler. Üç saatlik engizisyon uygulamasının sonunda gecenin sessizliği geri geldi. Bitkin bir şekilde balkona geri dönüp, dağılmakta olan müşterilere baktım. Ne söylediklerini anlayamıyordum ama çoğunluğu gençlerden oluşan ekibin gülüşlerindeki rahatlama elle tutulacak kadar belirliydi. Kim bilir beklide buraların koyu taassubunun içinde başka çareleri yoktu.24 Temmuz sabahı kahvaltı ve deniz banyomuzu aldıktan sonra doğuya doğru yola çıktık. Doğubeyazıt'a gidecektik. Erciş'ten sonra olağan askeri aramalar başladı ama biz artık kaşarlanmış olduğumuz için fazla etkilenmiyorduk. Muradiye'deki şelale ününü haklı gösterecek güzellikte olmasına karşın saplandığımız garip bir kilometre hırsından olsa gerek sadece üç kötü resim çekecek kadar durduk. Efsanevi Tendürek yanardağının yanından ve yer yer ıran sınırının bir kaç km uzağından geçip, Doğubeyazıt'a ulaştık. ılk izlenimimiz sonsuz bir hayal kırıklığı oldu. ıçinde tek bir metre bile asfalt yol olmayan (Yapılıyormuş!), belli bir merkezi bulunmayan bu ilçeye bir zamanlar ""Doğunun Paris'i"" derlermiş. Bence bu söz hem Doğu'ya hem de Paris'e yapılmış ciddi bir haksızlıktı. Yerimizi ayırttığımız Nuh Otel'i biraz aradıktan sonra bulup, Ağrı Dağı'na bakan 401 numaralı odaya yerleştik.Aslında onca yolu bir ömürdür takvimlerden tanıdığımız ıshak Paşa sarayını görmek için gelmiştik. Kasabanın kambur kumbur yollarında bir kaç kez döndükten sonra doğru yönü tespit ettik ve Saray'a yollandık. Buraların ruhsal havası Van'a göre biraz daha ağırdı. ıçimiz bir türlü huzurlu olamıyordu. Saray'ın hemen altındaki kampingi görünce ne yalan söyleyeyim gülümsemeden edemedim. Artık kim gelecek te buralarda çadır kuracaktı. Dönüşte aynı yolda yürüyen iki sırt çantalı yabancı genci görünce için için düşündüklerimden utandım.Saray, kapısından başlıyarak, bizi hiç alışık olmadığımız tarzda bir mimariye sokmuştu. Ne Sinan'ın camilerine ne de Romalı'ların tapınaklarına benziyordu. Salonların arasında dolaşırken pencerelerden aşağımızda uzayıp giden ovayı ve Doğubeyazıt'ı görüyorduk. Biraz öncesine kadar hissettiğimiz gerginlikten de eser kalmamıştı. Sarayın arkasında duran kafeterya'da ise Saray'ın en önemli görüntüsüyle karşılaştık. Hani hep o bildiğimiz ıshak Paşa Manzarası vardır ya, işte tam onun çekildiği noktaya bir tesis kurulmuştu. Balkonunda oturup, yarım saat kadar takvim manzaramıza baktık. ""ışte şimdi oradayım"" duygusunu daha yoğun hissetmek herhalde mümkün değildi.Günün ikinci etkinliği Nuh'un gemisinin ziyaretiydi. Otel sahibinin tanıştırdığı yerel bir turist rehberinin sözlerine kanıp yeniden Gürbulak sınır kapısına doğru yola çıktık. Günün son ışıkları vuruken yeniden otelimize dönmüştük. Terasa çıkıp Ağrı'yı seyrettik. Zirve civarındaki karlar yavaşça pembeye daha sonra da laciverte döndü. Sabaha karşı dört sularında uyandık. Yataktan kalkmadan doğacak olan günün ilk ışıklarında Dağ'ın silüetini gördüm. Heyecanla renklerin yeniden açılmasını izledik. Sabah altı olmadan da Van'a dönmek için yola çıkmıştık.Van'ın kendisini gezmek de çok ilginçdi. şehir bir dönem turizm'den önemli gelirler elde ettikten sonra Irak savaşı ve artan terörle çökmüş şimdi yeniden canlanmaya başlıyordu. Bir zamanlar mahrumiyet bölgesi diye tanımlanan doğu'nun bu şehrinde maddi mahrumiyetin izlerini bulmak güçleşiyordu. Her türlü marka ve ıvır zıvır vardı. Uydu kanalları, interneti, açılan ikinci tiyatro sahnesiyle gönül mahrumiyetleri de ne ölçüdeydi bilinemez. Ancak bizi en çok etkileyen yerlerden biriyle cadde üzerindeki bir hanın ikinci katında karşılaştık. ""Ablanın Sofrası"" adındaki küçük lokantada sadece sekiz masa vardı. ıçi tamamen ıstanbul'un Hanımlarca işletilen yerleri gibi dekore edilmişti ve işin en güzeli cadde boyunca satılan iğrenç döner kebaplar yerine çevredeki halkın yediği gerçek yemekler sunuluyordu. Hanım ""Keledoş"" ısmarladı, bense ""Kürt Köftesi"". Menü'de daha başka ilginç yemekler de vardı. ıçinde et olmayan, ekmek ve bulgur ağırlıklı, çevredeki otlarla zenginleştirilmiş, lezzetli ama fakirlik kokan yemekleri ilgiyle yedik. Bizim ıstanbul'da ürettiğimiz hoş bazı ayrıntıların nasıl da süzülüp buralara kadar gelebildiğini görmek açısından keyifliydi. Ayrıca, buralara fazlasıyla özgü olan ""Aile Salonu""da yoktu. Gelenler aşağıdaki caddenin değil, çok daha uzaklardaki yerlerin kurallarıyla yemeklerini yiyorlardı. Biz oradayken açık kapıdan içeri tesettürlü genç bir hanım ve ona uygun genç bir bey başlarını uzatıp bir kaç saniye kararsızlık içinde baktılar. Belli ki ilk kez geliyorlardı. Sonra çekinerek en gerideki masaya oturdular. Ne olursa olsun, bir daha hiç bir zaman pis kebapçıları aynı gözle göremeyeceklerdi.27 Temmuz'da havalanına giderken, şengül buralar için dekolte sayılabilecek bir şeyler giymişti. Onca ıstanbul yolcusu arasında bir sorun yaşayacağımızı sanmıyorduk. Yaşamadıkta... Ancak uçağın nerdeyse tamamını Hakkari Dağ Komanda Tugayı'nın terhis olan askerlerinin dolduruyor olması kendimi biraz garip hissetmeme neden olmadı desem yalan olur. Van ve Hakkari civarı hala tek tük de olsa olayların sürdüğü bir bölge. Önümüzdeki yıl orada tatil yapılabilir mi diye sorarsanız, ya da bu yaptığınız geziyi bize de önerir misiniz? derseniz, size hemen tatilden ne anladığınızı sorarım. Eğer tatil anlayışınız, kalabalıkların arasına karışıp, keyfinizce dağıtmaksa, cevabım kesinlikle ""hayır!"" olacaktır. Ancak hiç alışmadığınız duyguları tadıp (bunların çoğu da kötü değiller), döndüğünüzde anlatabileceğiniz onlarca gözlem ve anekdot sahibi olmak ve sadece haberlerde izlediğiniz bir yerlerin gerçeğini görmek isterseniz şiddetle Van Gölü'ne ve çevresine gitmenizi öneririm.

GEZİ YAZISI

Yurt içine veya yurt dışına yapılan gezilerde gezilip görülen yerlerin anlatmaya değer ilginç yönlerinin kaleme alındığı edebî yazıdır. Ancak gezi yazısı yazan kişinin ele aldığı yer hakkında bir takım bilgilere sahip olması gerekir.

Gezi yazılarında gezginin dikkatini çeken ve farklı bir özellik gösteren insanlar, tarihî ve tabiî güzellikler, farklı kültürler gibi konular güncel olaylarla da bütünleştirilerek edebî bir üslûpla anlatılır.

Günümüzün (ulaşım, haberleşme, radyo, televizyon, bilgisayar, internet gibi) teknik imkânları gezi yazılarının önemini ve ilginçliğini kısmen de olsa azaltmakla birlikte tarihî değeri olan seyahatnameler hâlâ önemini korumaktadır.

*Gezi yazısı görülen yerlerin güzellikleri hakkında duygu ve düşünce içerebilir.
*Gezi yazıları, bir yazarın gezdiği, gördüğü yerlerden edindiği izlenim ve bilgileri ele alan yazı türüdür. Bu yazı türünde gezilip görülerek yaşanan yerlerin doğal, ekonomik, tarihsel ve turistik özellikleri; yaşam biçimleri, inanç, gelenek ve görenekleri anlatılır. Gezi yazıları anlatılan yerleri görme özlemini bir ölçüde karşıladığından çok sevilen edebiyat türlerinden biridir.

Gezi yazılarında gezilen yerlerin sadece doğal güzellikleri değil, tarihi gelenekleri ve zevkleriyle ilgili bilgiler de verilir. Bu nedenle gezi yazıları toplumbilim ve birçok bilim dalı için kaynak niteliği taşır. Anlatılanlar hayal ürünü değil gerçektir. Gezi yazıları kuvvetli bir gözlem gücüne dayanır.

Venedikli tacir Marko Polo ve Arap gezgin İbn-i Batuta gezi yazısının dünya edebiyatındaki önemli temsilcileridir. Türk edebiyatında ise Babür Şah’ın Babürname’si, Seydi Ali Reis’in Mir’atü’l-Memalik’i, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si ve 28 Mehmet Çelebi’nin Sefaretname’si bu türün ilk önemli eserleri sayılırlar. Tanzimat’tan sonra Ahmet Mithat ( Avrupa’da Bir Cevelan ), Cenap Şehabettin ( Hac Yolunda ), Ahmet Haşim ( Frankfurt Seyahatnamesi ), Falih Rıfkı Atay ( Taymis Kıyıları , Bizim Akdeniz, Denizaşırı ) ve R. Nuri Güntekin ( Anadolu Notları ) gezi türünde eser veren önemli sanatçılardır.yasananların gercek oldugundan tarıhe yazılı bır ornek olarak gösterilebilir.

Gezi yazıları gezip görmenin, iyi bir gözlemin ürünüdürler. Gezi yazılarının tarihi çok eskidir. İnsanlar hep uzak ülkeleri, uzak ülkelerin doğasını, insanlarını, bu insanların yaşayış biçimlerini ve yarattıkları kültür eserlerini merak etmişlerdir. Bir nedenle başka ülkelere giden kişilerle karşılaştığımızda, onları soru yağmuruna tutmamız bundandır. Günümüzde televizyon görüntüleri dünyanın birçok kültürünü yanıbaşımıza getirdiği halde, hâlâ gezi anılarını dinlemenin ya da okumanın tadı başkadır.

Gezi yazılarının çok yönlü anlatım olanakları vardır. Uzunluğu çoğu zaman kitap olacak kadardır. Gazetenin iç sayfalarından birinde dizi halinde günlerce yayınlandığı da olur. Okuyucunun sıkılmadan, merakla okuduğu bir yazı türüdür.

Gezi yazısı yazarken ilgiyi uyanık tutmak, okuyucuda okuduğu yerleri görme isteği uyandırmak çok önemlidir. Gezi yazarlığı ayrı bir ustalığı gerektirir. Yazar gezdiği yerlerin ilginç özelliklerini hemen fark edecek kıvrak bir zekâya ve kültür birikimine sahip olmalıdır.

Gezi yazılarıyla röportaj birbirine karıştırılmamalıdır. Gezi yazısında ilgi çekici yerler anlatılır. Röportajda olduğu gibi, sorunları deşmek, arkasındaki sorunları duyurmak, kamuoyu oluşturmak amacı güdülmez. Gezi yazıları bir bakıma anıya ve günlüğe de benzer, fakat onlardan ayrı bir yazı türüdür.

Gezi yazısının belirleyici özellikleri nelerdir?
• Gezi yazılarında çoğu kez kronolojik zamanlı plân uygulanır. Gezi için yapılan hazırlıklar; yolculuk, yolculuk sırasında görülen ilgi çekici olaylar; varış, varıştaki ilk izlenimler…
• Gezi yazılarında da kendinden önceki söylenmişlerden, yazılmışlardan ayrı olmak önemlidir. Aynı yerler daha önce de başkaları tarafından görülmüş, yazılmış olabilir. İkinci gidişte görülenlerle, ilk gidişte görülenler arasındaki farklara bile değinmek gerekir. Bu da gezi yazılarının zamanla tarihsel belge olduğunu ortaya koymaktadır.
• Yazar anlattıklarının doğruluğunu; konuşma ile, bilgi toplama ve fotoğraflarla desteklemeli, anlattıklarını bir mantık çerçevesine oturtabilmelidir. Her anlattığı, önceki anlattıklarıyla çelişmemelidir.
• Gezi yazılarında yazar; açıklayıcı anlatım, öyküleyici anlatım, betimleyici anlatım ve tartışmalı anlatım gibi bütün anlatım yollarından yararlanır. Ayrıca okuyucuya değişikliği gösterebilmek için örnekleme, karşılaştırma, tanık gösterme gibi nesnel verilerden de yararlanabilir.
• Resim kullanılmalıdır.

Eskiden gezi notlarının kaleme alındığı eserlere “seyahatname” deniyordu. Modern zamanlarda ise Türkçe bir sözcük olan “gezi” terimi tercih edildi.


(Alıntıdır)



KANİŞ – KARUM KÜLTEPE GEZİSİ (Tarihe Yolculuk)

Dört bin yıl önceki Kayseri’yi merak edenler için tarihe yolculuk gerçekten büyük bir şanstır. Hele mihmandarınız da bir arkeolog ise, bilginin de sağlam bir kaynağı ile buluşmuşsunuz demektir.4 Ağustos Cumartesi günü Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği Kaniş-Karum (Kültepe) gezisine wowturkey fotoğrafçıları olarak beş kişilik bir ekiple katıldık. Fotoğraf çekmek bir yana, insanı titreten hadise “tarihe yolculuk” mantığından da anlaşılacağı üzere, 4 bin yıl öncesine geri dönebilmek, o zamanı bir nebze olabilsin anlayabilmekti.
4 bin yıl öncesinde aslında büyük ticaret merkezleri olan Kaniş ve Karum şehirleri, Kayseri’nin 20. Km.sinde devasa bir alana oturmuş. Bu şehirlerin daha küçük bir kısmı gün yüzüne çıkmış gözüküyor. Tarihe ve kültüre çok büyük bir yatırım gerekiyor. Böyle bir şehri ayağa kaldırmak çok büyük maliyetler gerektiriyor. Lakin, Kayseri bu konuda dirayetli ve istikrarlı olmak zorundadır. Kendi tarihini ve geçmişini gün yüzüne çıkarmak için bu iki şehrin üzerine yapılacak her türlü yatırıma maddi ve manevi büyük destekler oluşturmalıyız.
Warşama’nın sarayını gezerken bize hazırlanan bir sürprizle karşılaştık. (Sürpriz küçük bir tiyatro oyunu idi.) Warşama’nın sarayını doğal sahne alanı olarak kullanan ekip bizi 4 bin yıl öncesine götürdü ve Asurlularla, Hititlerle buluşturdu. Oyunu izlerken duyduğumuz heyecan görülmeye değerdi. Çok iyi düşünülmüş bir sahnede geçmiş zamanı özetleyen oldukça öğretici replikler duyduk. Emeği geçen herkesi buradan kutlamak istiyorum.4 Ağustos cumartesi günü saat 10’da Büyükşehir Belediyesi önünde başlayan yolculuğumuz saat 14.00 civarında sona ererken hepimizde büyük değişmeler olduğu açıktı.
Tarihte geçmiş zaman, gözle görülen bir ummandı. Önemli olan ucundan kıyısından bir dalış gerçekleştirdik. İleri giden zamanı durdurup geriye döndük ve 4 bin yıl öncesine bakmaya çalıştık.
Kayseri- Sivas yol ayrımında Barsama diye bir köy var. Adını Çavuşağa diye değiştirmeye çalıştılar yine olmadı. Halk, “Barsama” demeye devam etti. Kaniş şehrinde de “Warşama” isimli bir hükümdarın saray kalıntılarını gördük. Barsama ile Warşama arasındaki isim benzerliği ortada… Demek ki bizim bir de “tarihi coğrafyamız” var. İnsanlar yüzlerce yıl ötesinden gelen isimleri terk etmiyorlar. Anadolu’nun yapı tekniğinde olsun, kültüründe olsun, göz ardı edilemeyecek bir süreklilik de söz konusu… Anadolu’ya gelen kavimler, bu coğrafyanın kültürel potasında kendindeki zenginlikleri de katarak erimişler. En önemlisi de sanırım şudur:Bu coğrafyadaki 4 binlik yıllık kültürel mirasın bir tek varisi var, o da biz. Hititlinin de Asurlu’nun da, Romalının da, Selçuklu ve Osmanlı kadar mirasçısı olduğumuz gerçeği gün yüzüne çıkmış oluyor bence.Öyleyse bu coğrafyanın tarihine bakarken daha bütüncül bakmak zorunluluğu var. Asurlunun yaptığı bir buğday övütmecini, hemen yukarıda Gesi’de ve civarındaki bir köyde daha gelişmiş bir şekilde bulmak mümkündür. Yani, geçmişten bugüne uzanan kesintisiz bir çizgi vardır. Halbuki biz, tarihi bir pastanın dilimleri gibi görmeye alışığız. Biri biterken öbürü başlar. Sanki, biten ile başlayan birbiriyle ilgisizdir. Halbuki onların kullandıkları ortak bir coğrafya vardır. İnsanlar yan yana yaşarken kültürlerin birbirine ulaşması kaçınılmaz bir sonuçtur. Hatta bırakın Anadolu coğrafyasındaki bu kaynaşmayı, Mezopotamya’dan, İran coğrafyasından, Hint coğrafyasından, Kafkasya’dan, Balkanlardan Anadolu’ya taşıdıklarımız yok mudur? Elbette vardır. Olacaktır. İnsanların birbirine mal satması, ticaret yapması, kültürü de birinden diğerine taşıyor. Kavimlerin bir coğrafyadan diğer bir coğrafyaya intikali, kaçınılmaz bir sonuç olarak insanlığın ortak bir kültürel miras üzerinde oturduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor.Tekrar Kaniş ve Karum şahirlerine dönecek olursak, ilk serbest bölgenin Kar (liman) anlamına gelen Karum şehrinde kurulduğu gerçeğini göz önüne alırsak, Kayserilinin ticarette gösterdiği maharetin temelleri de taa 4 bin yıl öncesine dayanmıyor mu? Elbette… İşte, ortaya çıkarılması gereken bir tarih, gün yüzüne çıkmayı bekleyen katman katman şehirler, Kaniş ve Karum bizleri beklemektedir. Temennimiz Kayseri tanımlanırken, Kaniş ve Karum’la başlayan tarihi geçmişinin bugünkü kültürel sembollerimiz arasında önemli bir yer tutması ve tarihi coğrafyanın bizlere güç vermesidir. Nasıl ki artık Zeugma denince Gaziantep şehri akla gelmeye başlamış ve bir “çingene kızı” motifi tek başına kültürel sembol haline gelmişse, yüzlerce tabletin ( 20 bin civarında tablet bulundu) yer aldığı Kaniş – Karum şehirleri de Kayseri için önemli bir kültürel hazine olmak zorundadır. Prof.Dr.Tahsin Özgüç’ün kesintisiz olarak 57 yıl Kültepe kazılarına katılmış olması, bence onu da yad etmemizi gerektiriyor. Çünkü, bugün Kültepe, onun çalışmaları sayesinde dünyaca tanınan bir yerdir. 1948 yılında başlattığı Kültepe kazılarını, vefat ettiği 2005 yılına kadar kesintisiz sürdürdü. Bu sürdürüş, aynı zamanda, Anadolu arkeolojisinde bir rekordu. Kültepe kazıları dışında başka bir Türk arkeoloğunca kesintisiz olarak gerçekleştirilen (57 yıl) bir kazı yoktur.

(SBA Edebiyat Kültür ve Sanat Kulübü'nden alıntıdır.)
Gezilip görülen yerlerin, tarihi,coğrafi,ekonomik ve kültürel özelliklerini anlatan yazılara Gezi yazısı denir. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi örnek olarak verilebilir.Yazarların yurt içinde veya yurt dışında yaptıkları gezilerde, gördüklerini anlattıkları edebî eserlerin ortak adı. Bu eserlerde yazarlar, gezip gördükleri yerlerdeki insanların bütününün veya belli bir kesimin yaşayışını, gelenek ve göreneklerini, dikkatlerini çeken ve okuyucuların da ilgi duyacaklarına inandıkları özelliklerini anlatmaya çalışırlar.Seyahatname veya bu mânâyı taşıyan bir başka isim altında kaleme alınmış eserlerden başka pek çok sefâretnâme, tarihî, coğrafî konularda yazılmış pek çok eser, bütünü ile olmasa da seyahatname özelliği gösteren bölümler taşırlar.Seyahatnameler, yazarların sadece gezip görmek ihtiyacından doğan eserler değildir. Çeşitli savaşlar, ziyaretler, görevle başka ülkelere gönderilen memurların yolculukları, bu yolla tanınan başka şehir, ülke ve insanlar, bu tür eserlerin yazılmasını hazırlayan önemli sebepler arasında sayılır.Bir eserin seyahatname olarak kabul edilmesi için onda mutlaka gezilip görülen bir başka şehrin ve ülkenin anlatılmış olması gerekmez, içinde yaşanılan şehrin bütün özelliklerini anlatan eserler de zamanla ve toplumdaki değişmelere bağlı olarak seyahatnameler arasına alınır. Evliya Çelebi'nin eseri olan Seyahatnâme'nin birinci cildi, her yönü ile sadece İstanbul'u anlatır. Ruşen Eşref Ünaydın, İstanbul üzerine yazdıkları ile daha sağlığında "istanbul Seyyahı" olarak isim yaptı. Türk edebiyatında seyahatname türünde kaleme alınmış en büyük eser, Evliya Çelebi'nin on cilt olarak yazdığı Seyahatnâme'dir. 3u eser dünyada, bu türde yazılmış bütün eserlerle boy ölçüşebilecek bir mükemmelliğe sahiptir. Ayrıca Şeydi Ali Reis'in Mir'âtü'l - Memâlik (Ülkelerden Manzaralar) Nâbi'nin Tuhfetü'l-Harameyn, İzzet Molla'nın Mihnet - Keşan adlı eserlerini, Tanzimat'tan önceki devrede yazılmış Seyahatnameler arasında sayabiliriz. Tanzimat'tan sonra ve özellikle Cumhuriyet'ten bu yana bu türde verilen eserlerin sayıları çok artmıştır.