5 Şubat 2008 Salı

deneme nedir ve örnekler

Deneme (edebiyat)
Deneme, bir yazarın belli bir konuya ilişkin kişisel duygu ve düşüncelerini anlattığı metinlere denir. Bu tür ilk yazıları 16. yüzyılda Fransız yazar Michel de Montaigne yazdı ve Essais (Denemeler) adıyla yayımladı. Bugün birçok ülkede ilgiyle okunan edebiyat türünün de adını koymuş oldu.
Deneme, yazarın belli bir konuda görüşlerini kısa biçimde anlattığı edebiyat türüdür. Denemelerde, edebiyat, sanat, insanlar, gelenekler, hatta gülünç olaylar gibi değişik konular ele alınabilir. Örneğin, İngiliz yazar Charles Lamb 19. yüzyılın başlarında, "Domuz Rostosu Üzerine" adlı bir deneme yazmıştı. Bu denemede ateşle oynamayı seven bir Çinli çocuğun rastlantı sonucu kızarmış domuz etini tadan ilk insan olduğu mizah yollu anlatılıyordu.
İyi bir deneme yazmanın yollarından biri, belli bir konudaki düşünceleri önce bir kâğıda gelişigüzel not etmektir. Bundan sonra not edilen düşünceleri, anlaşılmalarını kolaylaştıracak bir düzene sokmak gerekir. Bir deneme için her zaman, okurun ilgisini çekecek ve denemeyi sonuna kadar okunmasını sağlayacak bir giriş cümlesi çok önemlidir. Deneme, aynı ölçüde dikkat çekici bir biçimde de bitirilmelidir. Denemeyi okurken yazarla birlikte düşünsel yolculuğa çıkan okurun sonunda düş kırıklığına uğramaması, deneme yazarı açısından dikkat edilmesi gereken bir noktadır.
Öte yandan, düşüncelerin paragraflara göre düzenlemesi gerekir. Öne sürülen her yeni düşünce için ayrı bir paragraf kullanılmalı ve her paragrafta bir ana düşünce işlenmelidir. Birçok deneme üç ya da daha fazla paragraftan oluşur. Denemenin paragraflara bölünmesi, söylenmek istenilenin kolay ve açık bir biçimde ortaya koyulmasını sağlar. Deneme Fransız yazar Montaigne ile başlamış olmasına karşın, daha sonraki yıllarda İngiliz yazarlar tarafından geliştirilmiştir. Ünlü İngiliz denemecileri arasında Sir Francis Bacon, Joseph Addison ile İrlandalı Richard Steele sayılabilir. ABD'li en ünlü deneme yazarları Ralph Waldo Emerson ile Henry David Thoreau’dur. Edgar Allan Poe şiir üstüne, James Thurber de mizah türünde yazdığı denemelerle okurlarını etkilemişlerdir.
Montaigne’den sonraki ünlü Fransız deneme yazarları arasında Theophile Gautier, Anatole France ve Hippolyte Taine sayılabilir.
Türk edebiyatına deneme türü, Batı edebiyatlarının etkisiyle Tanzimat'tan sonra girmiş ve Cumhuriyet'ten sonra gelişmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmed Haşim ve Fatih Rıfkı Atay aynı zamanda başarılı deneme yazarlarıydı. Deneme türünün en güzel örneklerini ise Nurullah Ataç verdi. Bu türde örnekler veren öbür önemli yazarlarımız arasında ise Ahmed Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyuboğlu, Suut Kemal Yetkin, Vedat Günyol, Melih Cevdet Anday, Onat Kutlar, Mehmet Fuat, Salah Birsel, Nermi Uygur, Fethi Naci, Cemal Süreyya, Füsun Altıok ve Selim İleri sayılabilir.
Deneme
Yazarın herhangi bir konudaki görüşlerini, kesin kurallara varmadan, kanıtlamaya kalkmadan, okuyucuyu inanmaya zorlamadan anlattığı yazı türüdür
Deneme yazarı görüşlerini aktarırken samimi bir dil kullanır. Kendi diliyle konuşuyormuş gibi bir hava içindedir.
Deneme her konuda yazılabilir. Ancak daha çok tercih edilen konu her devrin, her ulusun insanı ilgilendiren, kalıcı, evrensel konulardır. Ele alınan konu çoğu zaman derinleştirilerek anlatılır.
Denemenin özelliğini Nurullah Ataç’ın şu sözleriyle özetleyebiliriz:
“ Deneme, ben’in ülkesidir. ‘Ben’ demekten çekinen, her görgüsüne, her görevine ister istemez bir parça kattığını kabul etmeyen kişi denemeciliğe özenmesin.”
Denemenin ilk örneklerini Fransız yazar Montaigne vermiştir. Daha sonra İngiliz yazar Bacon türü geliştirmiştir.
Edebiyatımızda Cumhuriyet’ten sonra görülmeye başlanan bu türde Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin, Sebahattin Eyüboğlu, Ahmet Haşim güzel örnekler vermişlerdir.
AHMET ÇELİK
Deneme yazıları nın tanımı ve niteliği
Deneme yazıları, herhangi bir edebiyat, sanat veya bilim konusunu yeni ve kişisel görüşlerle ele alarak etkili bir anlatım içinde sunan düz yazılara eskiden “kalem tecrübesi” denilirdi.
Deneme türünden yazılarda, kesin sonuçlara erişme, bir savı benimsetmeye çalışma, kesin bir değerlendirmeye gitme gibi bir amaç söz konusu değildir. Deneme yazıları, iddiasız bir tutumla herhangi bir konu üzerinde bireysel düşüncelerini içtenlikle ve çok kez bir söyleşi havası içinde açıklamaya çalışır. Hatta bazı deneme yazılarında veya günlüklerde rastlanan bir içtenlik, bir gelişi güzellik havası vardır.
Deneme yazıları genellikle kısa bir makale veya köşe yazısı gibi bir solukta okunabilecek uzunlukta olur. Bununla birlikte, çok daha uzun denemelere de rastlanabilir. Denem yazıları, bir inceleme veya makalede olduğu gibi belirli bir plana göre oluşmaz. Denemeci, duygu ve düşüncelerini rahat, serbest bir tutum içinde kendi kendisiyle konuşur gibi anlatır, bazen bir konudan öbürüne atlamakta sakınca görmez.
Deneme türünde yazarın kişisel duyguları, düşünceleri inançları, tutkuları, beğenileri ön plandadır. Bu nedenle bu tür yazılarda gerçeklik, doğruluk, genellemelere varma, kural ve yöntemlere uymak gibi hususlar söz konusu değildir. Deneme yazarı birtakım felsefe öğretilerinden, edebiyat akımlarından ve sanat görüşlerinden yararlanmakla birlikte daha çok kişisel yaşantılardan esinlenir.
Deneme yazarlığı, geniş bir dünya görüşü ve zengin bir edebiyat, sanat veya felsefe kültürü ile birlikte açık, özgün ve sürükleyici bir anlatış özelliğine sahip olmayı gerektirir.Bu özellikleri taşıyan denemecilerin kaleminden çıkan yazılar okurun genel kültürünü artırır, onun önüne daha önce bilmediği veya sezemediği düşünce ve duygu ufukları açar.
Deneme türünde yazıları eleştiriden ayıran özellik şu noktada gösterir: Deneme yazılarında amaç, yaratıcılık ve özgünlüktür, eleştiri yazılarında ise amaç belirli bir sonuç veya yargılara varmaktır.
Denemenin gelişimi
Geniş anlamda deneme biçiminde eserlere çok eskiden beri bütün dünya edebiyatlarında rastlanır.Hatta bazı edebiyat tarihçileri deneme türünün Avrupa’dan önce Japonya, Çin ve Hindistan gibi Doğu ülkelerinde başladığını öne sürmektedirler.Ancak, bu ünitenin giriş bölümünde de değindiğimiz gibi denemenin, bağımsız bir yazı türü olarak başlaması 16.yüzyıldan sonradır.Bu oluşumda Fransız yazarı Monteigne’nin (1533-1592) büyük payı bulunduğunu bir kez daha belirtmek isteriz.
Gerçekten monteigne ilk iki cildi 1580’de, üçüncü cildi de 1595’de yayımlanan “Esasis” (Denemeler) adlı ünlü eseriyle bu türün hem öncüsü hem de en büyük temsilcilerinden biri olmuştur.Monteigne, denemelerinde yalın, akıcı ve içten bir anlatışla kendi gözlemlerine ve yaşantılarına dayanarak arkadaşlık, yalnızlık, yakarış, kitap, ahlak, eğitim gibi çok değişik konular üzerinde kişisel görüşlerini dile getirir.Denemelerin tümünde onun huzur verici, sevecen kişiliği yansır.
Montaigne’den sonra deneme türünün eser veren en ünlü edebiyatçılardan biri, İngiliz F. Bacon (1561-1626) dır.Bacon, “Denemeler” (1597,1612,1623) adlı eseriyle deneme türünü biçim, anlatım ve içerik bakımından daha başka bir nitelik kazandırmıştır.Onun derli toplu, özlü ve sağduyuyu yansıtan düşünce ve görüşlerini içeren denemeleri uzun süre hayatta başarı ve mutluluğun yolarını arayan kimseler için yol gösterici bir rol oynamıştır.
İngiliz j.Addison (1672-1719) ile İskoçyalı J.Boswell (1740-1795) ve İrlandalı O.Goldsmith (1725-1774) gibi yazarları göstaerebiliriz.
Diğer edebiyatçıları ise şunlardır:T.S Eliot (1888-1965) ve A.Huxley’yi (1894-1963) anmak gerek.
XIX.yüzyılın sonlarında deneme, özellikle edebiyat ve sanat konuları eleştiri yönü ağır basan bir nitelik kazanmaya başlar.R.De Gourmont, C.Maurras, A.Camus, E.C Alain ve J.P Sartre gibi sanatçılardır.
Deneme çeşitleri
Deneme türünde eserleri içerik ve anlatım özellikleri bakımından “senli benli” (“resmi olmayan” veya “kişisel”) ve “düzenli” (resmi) olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür.
“Senli benli deneme” Fransa’da Montaigne ile başlamıştır denebilir.Bu çeşit deneme yazılarında önyargılarına, kesin bir sonuca yönlendirici düşüncelerine ve belirli eğilimlere rastlanmaz.Bu gibi yazılarda canlı ve içten bir konuşma dili kullanılır; betimlemeye, gülmeceli anlatmaya (mizah) ve ince anlamlı sözlere (nükteye) geniş yer verilir.
Düzenli denemenin ilk örneklerini ise İngiltere’de Bacon vermiştir.Bu tür deneme yazılarında anlatım biçimi olabildiğince nesnel, yoğun, ciddi, kısa ve özlüdür. Bu çeşit deneme yazıları, zamanla, ele alınan konular, anlatım biçimi ve uzunluk bakımından değişikliklere uğramış, başlangıçtaki özelliğini yitirmiştir.Bugün, düzenli denemelere özelliklerine göre daha çok “makale”, “inceleme”, veya “tez” adı verilmektedir.
Türk edebiyatında deneme
Edebiyatımızda bugünkü anlamıyla deneme türünde ilk yazılar ancak 20.yüzyılın başlarında görülür. Bu alanda öncülük edenlerin başında Ahmet Haşim’in geldiğini söyleyebiliriz.Onun, “Bize Göre” (1928) ve “Gurebahane-i Laklakan” (1920) adlı kitaplarında yer alan bazı parçalar birer örneksel deneme yazısıdır.
Eserleriyle çağdaş edebiyatımızda deneme türünün gelişmesine büyük katkılarda bulunan yazarlarımız arasında Suut Kemal Yekin’i(1903-1980),Ahmet Hamdi Tanpınar’ı (1901-1962),Selahattin Batu’yu (1905-1973), Nurullah Ataç’ı (1898-1957),Sabahattin Eyüboğlu’nu (1908-1972), Orhan Burian’ı (1914-1953) ve Mehmet Kaplan’ı (1915-1986), gösterebiliriz.
Yukarıda adları sayılan edebiyatçılarımız arasında Nurullah Ataç,Suut Kemal Yetkin ve Sabahattin Eyüpoğlu’nun eserleri edebiyatımızda deneme türünün gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
Edebiyatımızda özellikle son yıllarda deneme türünde yazıların çoğaldığı bir gerçektir.Çeşitli yazı dallarında eser veren birçok şair ve yazarımız bazı konular üzerindeki düşünce ve gürüşlerini deneme biçiminde anlatmaya çalışmışlardır.Düzyazımızın gelişmesine de büyük ölçüde hizmet eden bu yazıların önemli bir bölümü kitap haline getirilmiş,böylece kalıcı bir nitelik de kazanmıştır.
Günümüzde deneme niteliği taşıyan yazılarıyla dikkati çeken yazarlarımız arasında şunları sayabiliriz:Melih Cevdet Anday,Vedat Günyol,Salah Birsel (1919-1999),Adnan Binyazar , Mermi Uygur ,Oktay Akbal.
Deneme

Bir yazarın herhangi bir konu üzerinde şahsî görüş ve düşüncelerini kesin bir hükme varmadan serbestçe ortaya koyduğu yazı türüdür.

Özellikleri:

Biçim yönünden: Denemeler tek bir yazı olabilir. Ya da bir çok konuları işleyen yazıların bir araya toplandığı bir kitap biçiminde olabilir. Anlatım yönünden sohbete benzer. Çünkü içtenlikle yazılır. Ancak sohbetten ayrıldığı yön ise deneme yazarın kendisiyle konuşmasıdır.

Öz yönünden: Denemelerde doğa, erdemlik, ahlâk,sanat, bilim,toplum vb. konular ele alınır. Güçlü gözlemler, kişisel görüşler bu konulara geniş bir kültür ve ustalıkla sindirilir.

Bilgi ve Düşünceler

Öğrenilen kazancımız daha iyi ve daha akıllı olmaktır. Epiharmus der ki, insan düşünce ile görür ve duyar; her şeyden faydalanan, her şeyi düzene sokan,başa geçip yöneten düşüncedir; geri kalan her şey kör,sağır ve cansızdır. Şu muhakkak ki çocuğa kendiliğinden bir şey yapmak özgürlüğünü vermemekle onu korkak bir köle haline sokuyoruz. Retorik ve gramer üstüne, Cicero’nun şu veya bu cümlesi üstüne öğrencisinin ne düşündüğünü kim sormuştur? Bunları Tanrı sözü gibi belleğimize basmakalıp yapıştırırlar; harfler ve kelimeler, anlatılan şeyin kendisi haline gelir. Ezber,bilmek değildir; hafızamıza emanet edilen bir şeyi saklamaktır. İnsan kendiliğinden bildiği her şeyi ustasına bakmadan, kitaptaki yerini aramadan istediği gibi kullanır. Tamamıyla kitaptan bir bilgi ne sıkıcı bir bilgidir; böyle bir bilgi bir süs olarak kullanılsın; ama temel olarak değil. Nitekim Platon, gerçek felsefenin sağlam irade, inanç, dürüstlük, amaçları başka olan öteki bilimlerinse sadece süs olduğunu söyler.

MONTAİGNE (Denemeler)
d. DENEME
Deneme: Bir yazarın, herhangi bir konu üzerinde kesin sonuçlara gitmeden, iddiasız ve ispatsız kişisel görüş ve düşüncelerini, içtenlikle belirttiği yazı türüdür. Diğer bir deyişle, kalem denemesi anlamına da gelen deneme; konularını edebiyat, felsefe ve bilim dallarından alır.
Fransız edebiyatında Montaigne, İngiliz edebiyatında Bacon, denemelerini zengin bir kültür ve içtenlik dolu güçlü anlatımla yazarak, okuyucularını sürüklemişlerdir. Türk edebiyatında, bu türün en başarılı örneklerini, Suut Kemal Yetkin ve Nurullah Ataç sunmuştur.
(E. KANTEMİR, Yazılı ve Sözlü Anlatım, s. 237)
Yazarın serbestçe seçtiği her hangi bir konuda, kesin hükümlere varmadan, kendi kişisel görüş ve düşüncelerini anlattığı, kısa yazılarıdır.
Hayat, ölüm, aşk, gurbet, sanat, din, ahlâk, sevinç, üzüntü, kitap, şiir, roman, kültür, cesaret, kahramanlık ve daha başka akla gelebilecek, kişi ve toplumla ilgili her konu üzerinde deneme yazılabilir.
Denemelerde konular kişisel bir anlayışla işlenir; çeşitli yazarların aynı konudaki düşünce, zevk ve inanışlarını vermesi bakımından önemlidir. Sıkı kayıtlara bağlı olmayan, serbest bir kompozisyon örgüsü vardır. Yazar, kendi kendiyle konuşuyormuş gibidir, belirli bir plânı yoktur. Denemenin başarısı, yazarının dildeki ustalığı kadar, geniş bir dünya görüşüne sahip olması ve kültürü ile de doğru orantılıdır.
Edebiyat türleri içinde en zor yazılan, fakat en ilgi çekici olanıdır. Bir taraftan anı türünün diğer taraftan da günlük türünün özelliklerini de içinde barındırır. Ayrıca deneme; ne makale gibi bir düşünceyi kesin sonuca bağlar, ne de eleştiri gibi bir değer yargısına varma amacı güder.
Denemeler; tek bir yazı olabilir ya da birçok konuları işleyen yazıların bir araya toplandığı bir kitap biçiminde de yazılabilir. Makaleye benzer. Giriş, gelişme ve sonuç bölümü bulunur. Söyleşiye benzer. Çünkü, içtenlikle yazılır. Ama, söyleşiden ayrıldığı yan, deneme yazarının kendi ile söyleşmesidir. (S. SARICA - M. GÜNDÜZ, Güzel Konuşma Yazma, s. 342)
Deneme yazarken şu özelliklere dikkat etmek gerekir:
(1) Ortaya konan düşünceler, okuyucuyu da düşündürecek nitelikte olmalıdır.
(2) Yazar, gereksiz felsefî derinliğe girmemelidir.
(3) Öne sürülen düşünceleri, makalede olduğu gibi ispatlama yoluna gitmemelidir.
(4) Anlatım; sade ve açık olmalıdır.
(K. GARİPOĞLU, Kompozisyon Bilgileri, s. 275/276)
(E. KANTEMİR, Yazılı ve Sözlü Anlatım, s. 237 - 241)
DENEME
Edebi türlerin tümü gibi deneme için de bir tanım vermek çok güçtür.Deneme günümüzde hemen bütün yazı türlerine doğru
yayılma göstermektedir. Bu türler içinde en çok eleştiriyle bir arada anıldığı görülmektedir.Ancak burada söz konusu olan
daha çok izlenimsel eleştiridir.
Deneme için bir tanım yapmak gerekirse şunları söyleyebiliriz:
“Deneme;bir yazarın,herhangi bir konu üzerinde,özel görüş ve düşüncelerini hiçbir iddiaya yer vermeden,kesin yargılara
varmadan anlattığı yazı türüdür.”
Batı edebiyatında essai (ese ) adı verilen deneme konuları genellikle edebiyat,sanat,bilim,felsefe...vb.dir. Özellikle
Fransız edebiyatında Montaigne,İngiliz edebiyatında Bacon en tanınmış deneme yazarlarıdır.
Denemede bir konu sınırlılığı,belli bir biçim yoktur.Yazar,konu seçmede tam bir özgürlüğe sahiptir.Denemede yazar,kendi
kendine konuşur gibi bir anlatım rahatlığı içindedir. Denemenin sonunda kesin bir yargıya, bir sonuca varmak gayesi
güdülmez.

Deneme


Bir yazarın kendi isteğine göre seçtiği herhangi bir konuda kesin yargılara varmadan, kişisel düşüncelerini kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi bir üslûpla kaleme aldığı yazılara deneme denir.

Deneme yazarı okuyucuyu hesaba katmaz. Konusunu dilediği şekilde seçer, dilediği tarzda işler. Diğer fikir yazılarından farklı olarak denemelerde aşk, dostluk, iyilik, güzellik, ahlâk, sevinç, kültür, yiğitlik gibi daha çok soyut konuların işlendiği görülür. Deneme, tek bir yazı olabildiği gibi bir çok konuları işleyen yazıların bir araya toplandığı bir kitap biçiminde de olabilir.


Deneme Türünün Özellikleri(Tarihi Gelişimi ve Temsilcileri)
Denemeye özgü bir konu türü yoktur. Özgürce seçilen bir konuda, yazarın kendi kendiyle konuşma havası içinde yazdığı yazı türüdür. Yazının konusu yazarın o anda aklına geliveren bir konu görünümündedir. Öğretici ve düşünsel yanı da vardır.
Denemenin belirleyici özellikleri nelerdir?• Makale gibi düşünsel plânla yazılır. Fakat makaleden kısa yazılardır.• Yazar anlattıklarını kanıtlamak zorunda değildir. Bilimselden çok kişisel görüşünü açıklar, okuyucusunu kendisi gibi düşündürme kaygısı yoktur.• Günübirlik yazılardır, en beğenileni bile birkaç gün sonra unutulur.
Serbest düşüncenin ifade alanı ve nesrin bir türü olarak deneme, yazarın gözlemlediği ya da yaşadığı olay, olgu, durum ve izlediği objelerle ya da herhangi bir kavramla ilgili izlenimlerinin herhangi bir plâna bağlı kalmayarak, deliller getirip kanıtlama yoluna gerek duymadan ve kesin hükümler vermeden, tamamen kişisel görüşüyle serbestçe yazıya döktüğü birkaç sayfayı geçmeyen kısa metinlere denir.Deneme, derin düşünceden çok, kişinin kendi dışındaki nesnelerle herhangi bir konuda gerçek ya da hayalî olarak girdiği diyaloğun ürünüdür.
Deneme yazarı, olay, olgu, durum ve eşyalarda sıradan insanların eskilerin ifadesiyle ülfet ve ünsiyet perdesiyle göremediği, farkına varamadığı ayrıntıları, dikkat etmediği hususları, incelikleri, güzellikleri, harikaları, olağanın altında yatan olağanüstülükleri görebilen, hissedebilen, düşüncesiyle ve deneyimleriyle onları okuyucular için ilginç görülebilecek şekilde yazıya dökebilen insandır. Sıradan insanın “baktığı” şeyi deneme yazarı “görür”.Anı Mektup Biyografi Günlük Roman Tiyatro Fıkra Röportaj Makale Eleştiri Haber Yazısı Deneme Gezi Yazısı Söyleşi
Deneme dilinde çeşitli bilim, felsefe ve sanat dallarına ait terimlere yer vermekten ziyade, halk çoğunluğunun ortak günlük konuşma dilinin düşünce diline dönüştürülmesi çabası hâkimdir. Denemede bilimsel yazılardaki kuruluk ve şematiklik bulunmaz. Düşünce şiirsel, akıcı, samimî bir üslûpla sunulur. Bu bakımdan deneme yazılarının geniş halk yığınlarınca kolayca ve rahatlıkla okunabilme özelliği vardır. Deneme yazarı yazısını yazarken, bir anlamda kendi kendisiyle diyalog içindedir. Kendi zihinsel âleminde düşünce temrinleri yapar.
Felsefî metinlerde filozof, yazısında kendince sistemini kurduğu felsefî bir anlayışa, sistematik felsefî bir dünya görüşüne bağlı olarak düşüncelerini ortaya koyar. Ortaya koyduğu her metin, kendi felsefî bakış açısının birer açılımı, ayrıntısı mahiyetindedir. Ancak denemede böyle sistematik bir düşünceye bağımlılık zorunluluğu yoktur. Denemecinin yazısında ileri sürdüğü düşünce, herhangi bir felsefe ekolüyle ilintili olmayabilir. Ancak filozof yazısında kurduğu ekole bağlı düşünce üretme çabası içindedir.
Klâsik Türk edebiyatındaki münşeât mecmualarındaki yazılar ve Kâtip Çelebi (16091657) gibi yazarlar bir tarafa bırakılırsa, modern anlamda deneme türü, Türk edebiyatında asıl olarak gazete ile birlikte ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk özel gazete Tercümanı Ahval (1860)’in yayın hayatına başlamasından itibaren gazetelerde çıkan değişik yazılar, zamanla ayrı bir tür olan deneme için dil, anlatım ve yaklaşım bakımından zemin oluşturmuşlardır. Tanzimattan itibaren bir süre gazete ve dergilerde “musâhabe” üst başlığı altında deneme benzeri yazılar kaleme alınmıştır.
Edebi Türler(Deneme)
* Tek bir konuyu rahat ve akıcı bir biçimde ele alan, çoğu kez yazarının kişisel bakış açısı ve deneyimini aktaran orta uzunluktaki edebi metinlerdir. Bu türün yaratıcısı 16. Yüzyıl Fansız yazarı Michel de Montaigne’dir. Yazdığı metinlerin kişisel düşünce ve deneyimlerinin iletilmesine yönelik edebi parçalar olduğunu vurgulamak için deneme (essai) adını seçmiştir. Türk edebiyatına deneme, diğer edebi türler gibi Tanzimat’tan sonra Batı’nın etkisiyle girdi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, Falih Rıfkı Atay, Yahya Kemal Beyatlı deneme türününde eserler veren önemli yazarlarımızdır. Ancak deneme türünün en önemi yazarı Nurullah Ataç’tır. Ataç, denemelerinde kişisel tavrını açıkça ortaya koyan, dilde yenilikçi ve titiz, üslupta akıcı bir yazardır.
Wikipedia‘nın Tanımı:
Deneme, bir yazarın belli bir konuya ilişkin kişisel duygu ve düşüncelerini anlattığı metinlere denir. Bu tür ilk yazıları 16. yüzyılda Fransız yazar Michel de Montaigne yazdı ve Essais (Denemeler) adıyla yayımladı. Bugün birçok ülkede ilgiyle okunan edebiyat türünün de adını koymuş oldu.
Deneme, yazarın belli bir konuda görüşlerini kısa biçimde anlattığı edebiyat türüdür. Denemelerde, edebiyat, sanat, insanlar, gelenekler, hatta gülünç olaylar gibi değişik konular ele alınabilir. Örneğin, İngiliz yazar Charles Lamb 19. yüzyılın başlarında, “Domuz Rostosu Üzerine” adlı bir deneme yazmıştı. Bu denemede ateşle oynamayı seven bir Çinli çocuğun rastlantı sonucu kızarmış domuz etini tadan ilk insan olduğu mizah yollu anlatılıyordu.
İyi bir deneme yazmanın yollarından biri, belli bir konudaki düşünceleri önce bir kâğıda gelişigüzel not etmektir. Bundan sonra not edilen düşünceleri, anlaşılmalarını kolaylaştıracak bir düzene sokmak gerekir. Bir deneme için her zaman, okurun ilgisini çekecek ve denemeyi sonuna kadar okunmasını sağlayacak bir giriş cümlesi çok önemlidir. Deneme, aynı ölçüde dikkat çekici bir biçimde de bitirilmelidir. Denemeyi okurken yazarla birlikte düşünsel yolculuğa çıkan okurun sonunda düş kırıklığına uğramaması, deneme yazarı açısından dikkat edilmesi gereken bir noktadır.
Öte yandan, düşüncelerin paragraflara göre düzenlemesi gerekir. Öne sürülen her yeni düşünce için ayrı bir paragraf kullanılmalı ve her paragrafta bir ana düşünce işlenmelidir. Birçok deneme üç ya da daha fazla paragraftan oluşur. Denemenin paragraflara bölünmesi, söylenmek istenilenin kolay ve açık bir biçimde ortaya koyulmasını sağlar. Deneme Fransız yazar Montaigne ile başlamış olmasına karşın, daha sonraki yıllarda İngiliz yazarlar tarafından geliştirilmiştir. Ünlü İngiliz denemecileri arasında Sir Francis Bacon, Joseph Addison ile İrlandalı Richard Steele sayılabilir. ABD’li en ünlü deneme yazarları Ralph Waldo Emerson ile Henry David Thoreau’dur. Edgar Allan Poe şiir üstüne, James Thurber de mizah türünde yazdığı denemelerle okurlarını etkilemişlerdir.
Montaigne’den sonraki ünlü Fransız deneme yazarları arasında Theophile Gautier, Anatole France ve Hippolyte Taine sayılabilir.
Türk edebiyatına deneme türü, Batı edebiyatlarının etkisiyle Tanzimat’tan sonra girmiş ve Cumhuriyet’ten sonra gelişmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmed Haşim ve Falih Rıfkı Atay aynı zamanda başarılı deneme yazarlarıydı. Deneme türünün en güzel örneklerini ise Nurullah Ataç verdi. Bu türde örnekler veren öbür önemli yazarlarımız arasında ise Ahmed Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyuboğlu, Suut Kemal Yetkin, Vedat Günyol, Melih Cevdet Anday, Memet Fuat, Salah Birsel, Nermi Uygur, Fethi Naci, Cemal Süreya, Füsun Altıok ve Selim İleri sayılabilir.
deneme :edebi türlerin tümü gibi deneme için de bir tanım vermek çok güçtür. deneme günümüzde hemen bütün yazı türlerine doğru yayılma göstermektedir. bu türler içinde en çok eleştiriyle bir arada anıldığı görülmektedir.ancak burada söz konusu olan daha çok izlenimsel eleştiridir. deneme için bir tanım yapmak gerekirse şunları söyleyebiliriz: “deneme;bir yazarın,herhangi bir konu üzerinde,özel görüş ve düşüncelerini hiçbir iddiaya yer vermeden,kesin yargıLara varmadan anlattığı yazı türüdür.” batı edebiyatında essai (ese ) adı verilen deneme konuları genellikle edebiyat,sanat,bilim,felsefe...vb.dir. özellikle fransız edebiyatında montaigne,ingiliz edebiyatında Bacon en tanınmış deneme yazarlarıdır. denemede bir konu sınırlılığı,belli bir biçim yoktur.yazar,konu seçmede tam bir özgürlüğe sahiptir.denemede yazar,kendi kendine konuşur gibi bir anlatım rahatlığı içindedir. denemenin sonunda kesin bir yargıya, bir sonuca varmak gayesi güdülmez.
Deneme```, bir yazarın belli bir konuya ilişkin kişisel duygu ve düşüncelerini anlattığı metinlere denir. Bu tür ilk yazıları 16. yüzyılda Fransız yazar Michel de Montaigne yazdı ve ``Essais`` (``Denemeler``) adıyla yayımladı. Bugün birçok ülkede ilgiyle okunan edebiyat türünün de adını koymuş oldu. ...
Deneme bir yazarın belli bir konuya ilişkin kişisel duygu ve düşüncelerini anlattığı metinlere denir. Bu tür ilk yazıları 16. yüzyılda Fransız yazar Michel de Montaigne yazdı ve ``Essais`` (``Denemeler``) adıyla yayımladı. Bugün birçok ülkede ilgiyle okunan edebiyat türünün de adını koymuş oldu. Deneme, yazarın belli bir konuda görüşlerini kısa biçimde anlattığı edebiyat türüdür. Denemelerde, edebiyat, sanat, insanlar, gelenekler, hatta gülünç olaylar gibi değişik konular ele alınabilir. Örneğin, İngiliz yazar
(1533-1592) Fransız yazar. Hukuk okudu. Bordeaux parlamentosunda danışman iken 1570'de görevinden ayrılarak şatosuna çekildi. 1572'de ünlü Denemeler adlı eserine başladı; bu eseri yazmayı ömrü boyunca sürdürdü. 1581-1585 arasında Bordeaux belediye başkanlığını görevini yürüttü....
Charles Lamb 19. yüzyılın başlarında, "Domuz Rostosu Üzerine" adlı bir deneme yazmıştı. Bu denemede ateşle oynamayı seven bir Çinli çocuğun rastlantı sonucu kızarmış domuz etini tadan ilk insan olduğu mizah yollu anlatılıyordu. İyi bir deneme yazmanın yollarından biri, belli bir konudaki düşünceleri önce bir kâğıda gelişigüzel not etmektir. Bundan sonra not edilen düşünceleri, anlaşılmalarını kolaylaştıracak bir düzene sokmak gerekir. Bir deneme için her zaman, okurun ilgisini çekecek ve denemeyi sonuna kadar okunmasını sağlayacak bir giriş cümlesi çok önemlidir. Deneme, aynı ölçüde dikkat çekici bir biçimde de bitirilmelidir. Denemeyi okurken yazarla birlikte düşünsel yolculuğa çıkan okurun sonunda düş kırıklığına uğramaması, deneme yazarı açısından dikkat edilmesi gereken bir noktadır. Öte yandan, düşüncelerin paragraflara göre düzenlemesi gerekir. Öne sürülen her yeni düşünce için ayrı bir paragraf kullanılmalı ve her paragrafta bir ana düşünce işlenmelidir. Birçok deneme üç ya da daha fazla paragraftan oluşur. Denemenin paragraflara bölünmesi, söylenmek istenilenin kolay ve açık bir biçimde ortaya koyulmasını sağlar. Deneme Fransız yazar Montaigne ile başlamış olmasına karşın, daha sonraki yıllarda İngiliz yazarlar tarafından geliştirilmiştir. Ünlü İngiliz denemecileri arasında Sir Francis Bacon,
1561-1626 yıllarında yaşamış, İngiliz devlet adamı ve filozof.
Joseph Addison ile İrlandalı Richard Steele sayılabilir. ABD`li en ünlü deneme yazarları Ralph Waldo Emerson ile
Ralph Waldo Emerson (1803-1882) Amerikalı düşünür, yazar. Amerikan transandantalizminin en önemli temsilcidir.
Henry David Thoreau`dur.
Henry David Thoreau (12 Temmuz 1817 Concord, Massachusetts'de doğdu - 6 Mayıs 1862 aynı yerde öldü), Amerikalı yazar, düşünür ve çevreci.
Edgar Allan Poe şiir üstüne, James Thurber de mizah türünde yazdığı denemelerle okurlarını etkilemişlerdir. Montaigne`den sonraki ünlü Fransız deneme yazarları arasında Theophile Gautier, Anatole France ve Hippolyte Taine sayılabilir. Türk edebiyatına deneme türü, Batı edebiyatlarının etkisiyle Tanzimat`tan sonra girmiş ve Cumhuriyet`ten sonra gelişmiştir.
Amerikalı yazar (Boston 1809-Baltimore 1849). Gezgin tiyatro oyuncusu olan ana-babası sefalet içindeydi; iki yaşında öksüz kalan Edgar'ı Richmond'lu tarım işletmecisi John Allan himayesine aldı ve öğrenimi için hiç bir fedakârlıktan kaçınmadı. 1815-1825 Yılları arasında Edgar, onu evlât edinen aileyle birlikte İngiltere'ye gitti ve öğrenimine Londra'da devam etti. 1825'te Richmond'a döndü, ama kötü davranışları yüzünden Virginia üniversitesinde bir yıldan fazla barınamadı (1826). John Allan o
Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
bkz. Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Ahmed Haşim ve
Falih Rıfkı Atay aynı zamanda başarılı deneme yazarlarıydı. Deneme türünün en güzel örneklerini ise
Image:falihrifki_atay2.jpgyokright200pxFalih Rıfkı Atay]Falih Rıfkı Atay (1894 - 1971) 1894 yılında İstanbul'da doğdu. Fıkra, makale, gezi türlerindeki gazete yazılarıyla ve özellikle Atatürk'ü yakından tanıtan anılarıyla ün kazanan Falih Rıfkı Atay, Kovacılar semtindeki Rehberi Tahsil Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra Hüseyin Cahit Yalçın'ın müdürlük yaptığı Mercan İdadisi'nde öğrenimini tamamladı. Darülfünunun Edebiyat bölümünü bitirdi. İdadide edebiy
Nurullah Ataç verdi. Bu türde örnekler veren öbür önemli yazarlarımız arasında ise
1898 yılında İstanbul'da doğan Nurullah Ataç, Hammer çevirmeni Ata Bey'in oğludur. Savaş yıllarında radyoda uzun süre "Evin Saati" adlı programı hazırlayan Dr. Galip Ata kardeşlerinden biridir. Ataç, İlkokulu (iptidai) 1909 yılında bitirmiş, aynı yıl annesini yitirmiştir. Daha sonra dört yıl Mekteb-i Sultanî'de (Galatasaray Lisesi) okumuş, okulda Burhan Asaf (Belge) ve Vedat Nedim (Tör) gibi sonradan yazar olacak arkadaşlar edinmiştir.
Ahmed Hamdi Tanpınar,
Sabahattin Eyuboğlu, Suut Kemal Yetkin, Vedat Günyol, Melih Cevdet Anday, Memet Fuat, Salah Birsel, Nermi Uygur, Fethi Naci, Cemal Süreya, Füsun Altıok ve Selim İleri sayılabilir.

DENEME Türün en belirgin özelliği üzerinde tüm edebiyatçılar birleşiyorlar: "Kendisiyle konuşur gibi yazmak." Yazar kendisiyle konuşur gibi yazacak. Belli bir konu ya da konular üzerinde düşünceler üretecek. Güncel söyleyişle, bu düşüncelerin ucunu da açık bırakacak. Kesin yargılara varmayacak. Hele hele kalıplaşmış yargılardan uzak duracak. Düşüncelerin ucu ileriye doğru açık olacak. Gelişmelerden yana, insancıllıktan yana güzellikler üretmeden yana açık olacak. Ahlaksız olmayacak ama okurun başına ahlakçı da kesilmeyecek. Söyleyeceklerini özgürce sergileyecek. Öznel beğenilerini, görüşlerini de yazısını tatlandıracak ölçüde denemenin harcına karıştıracak. Benbilirimci hiç olmayacak. Yazdıkları doğrultusunda, kanıtlama amacıyla değil de, düşünceyi geliştirme amacıyla yardım alabilecek. Gereksinim duyduğunda şiir parçalarını, özdeyişleri, özlü cümleleri, felsefe ışıltılarını yazının dokunuşunda kullanacak. Kimi kez kendi kendine sorular soracak. Bunlara kesin yanıtlar vermeyecek, bu soruların birden çok karşılığı olabileceğini sezdirecek okura. Görünürde yazdıklarını okura beğendirme gibi bir kaygısı da yok gibidir deneme yazarının. İşlediği konular öyle sıradan şeylermiş gibi algılanır ilk bakışta. Ancak bunların, yazarın beyinsel oylumunun sınırlarını bile zorlayacak nitelikte olduğu ayrımlanır açımlandığında. "Ben bunları söylüyorum ama, hani pek de yabana atmasanız iyi olur, benim dışımda bunlara benzer şeyler söyleyenler de olmuş. Hoşunuza gider ya da gitmez. Benimsersiniz ya da benimsemezsiniz. Bu sizin bileceğiniz şey," demeye getirir. Deneme konusunda, bu türün üreticilerinden İ. Kemal Karadayı da şunları söylüyor. "Deneme geniş kültürü, bilinçli hoşgörüleri, us ve bellek yeteneklerini gerektirir. Anlatı akıcı ve sevindirici, örnekler değişik ve inandırıcı olmalıdır. Bu yazı türünü denerken küçük güncel konulara da el atılabilir, genel yaygın konulara da. Yazar kendini ve öteki insanları iyi tanımalı, yalnızlık ve açılımını ustalık içinde sunmalıdır. Böyle bir sunuş: Söyleşi, anı, eleştiri, öneri, inceleme, alıntı, tasarı, varsayım karışımı buketler biçiminde yapılabileceği gibi değinmeler, deneyişler, kısa notlar, karalamalar, mektuplar, 'günlerin getirdikleri' ya da 'götürdükleri' ve uzun yıllar kendi denemelerimin başlığı olarak kullandığım 'arınmalar' adı altında da okur önüne getirilebilir. Yeter ki öykünme, soyutlama olmasın. Salt gevezelik izlenimi uyandırmasın. Öte yandan günümüzde, çağdaş yaşamlar, çağdaş gereksinmelerle onların izdüşümlerini içinde taşısın. Yeni çağda yeni düşüncelerin alışverişini sağlasın." Deneme bir bakıma yazarın yaşam felsefesinin, özümlenmiş sınır tanımaz kültürünün, yaşama hoşgörülü bakışının, işlediği konuda, yansıması olacak. İçerik dolu dolu olacak ki, akacak ortam bulduğunda gürül gürül akıp gidecek okurun düşüncelerine, duygularına, düşlerine. Ulaştığı bu yeni ortamlarda yine güzel düşüncelerin, duyguların, düşlerin oluşumunu tetiklemek üzere. Bu, yazı yazarca sonuçlandırılmayacak, ulaştığı yerlerde de çoğala çoğala akışını sürdürüp gidecek anlamına geliyor. Türkiye'ye Tanzimat döneminde girmiş deneme türü. Çevirilerle edebiyatta tanıtılmış, yerli örnekleri yazılmaya çalışılmış. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde artık Batılı türlerin yetkin örneklerini vermeye başlamış cumhuriyet yazarları. Montaine çevrilmiş Türkçeye. Biraz da abartılarak örnek alınmaya çalışılmış. Giderek Nurullah Ataç Günlerin Getirdiği'yle, Karalama Defteri'yle yerli ürünlerini yaygınlaştırmış denemenin. Suut Kemal Yetkin 'Günlerin Götürdüğü'yle Ataç'ın izini sürmüş. 1960 sonrası sanki yeni bir kişilik kazanarak sürdürmüş varlığını deneme. Hemen pek çok şair ve yazar denemiş bu türde yazmayı. Arınmalar'ın yazarı İ. Kemal Karadayı yaşamıyla bütünleştirmiş deneme türünü. Sevgiden dostluğa, yaşamdan mutluluğa, özgürlükten hukuka genişletmiş konularını. Yeni bakış açıları getirmiş. Bugün deneme dendiğinde ilk Nurullah Ataç anımsanır. Ataç bunu hak etmiştir de. Dilin o yoksul günlerinde türün, bugün bile beğeniyle okuduğumuz güzel örneklerini vermiş. İşte Ataçtan bir deneme. Ataç'a özgü cümle yapısıyla, Ataç'a özgü özel sözcüklerle örülü güzel bir deneme.

ALACAKARANLIK
Edebiyata ilgi duyma ediminin bir etkenlikten ziyade bir tür edilginliğin kompleksi olduğu öteden beri bilinir.Böylece kabul edilmesi gereken noktanın da bir tür alacakaranlık kuşağının özneyi etkisi altına almış olacağıdır.Edebiyatçıya bu gözle bakılmadığı sürece o, gerek yaşamı itibariyle gerekse yazdıkları itibariylesuçlu veya aykırı görülecektir;diğer bir tabirle aykırılığı, yüzeysellerce tespit edilmemişleri edebiyatçı saymak yanlış olmaktadır.
Sanatçının ontolojik konumu, hayata duyduğu mesafelilikle paraleldir;sanatçıyanız herkes gibi duyma,yaşama,düşünme hakiki bir alçalma olur.Bununla birlikte sanatçının seçkinliği aristokrasi ile de örtüşmez;sanatçı alacakaranlık kuşağının öznesi olarak bu flu dünyadan uzak olan her olgunun bir "ölüm" olduğunun farkındadır;o,erotizmdenbahsederken de(Sade gibi), dinden bahsederken de(tolstoy) ölümden bahsetmektedir.Kuşkusuz bu ölüm dünyanın eksikliğini duyumsamaktır;öyleyse üslup olarak sanatçı,bir ideolog olamaz,iktidara destek veremez,insani olmayan söylemlere ya ilgi duymaz ya da başkaldırır;tabir yerindeyse alacakaranlıkdan başka bir yerden emir almaz.
Elbette bütün bu niteliklere ulaşmak gayretle olmaz; zaten sansualizmin baskısı altında yaşayan özne anlamlı tesadüflerle de karşı karşıya gelir;sanatçı,iktidara kafa tutarken de bir karıncayı severken de "bu durum karşısında yapacak başka şey bilmiyorum" diyen kişi olabilir.Öyleyse sanatçı alacakaranlık kuşağının gizemine güvenmek zorundadır;bir de bakarsınız ki bütün tehlikeleri bertaraf etmiş,siteminizi etkin bir hoşgörüye çevirmişsiniz; sitem dünyalıktutkusudur; Tanpınar'ın dediği gibi duygusallık gülünçtür.Şeyh Galib,benim yerime noktayı koysun:Aşıkda keder neylergam halk-ı cihanındırKoyma kadehi elden söz pir-i muganındır**alacakaranlığın efendisi
Behçet necatigil
ASKTA YARIN YOKTUR SEVGiLi
Ask bu dünyanin ölçüleriyle açiklanamaz sevgili. O ilkel bir acidir, yaban bir agridir. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir seye dokunur. Sonra bir perde açilir ve yolculuk baslar. Bu yolculukta artik para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, is, anneler ve korkular yoktur. Askin kendi gerçekligi vardir sevgili. Insan bir baska isiga teslim olur... Askta yarin yoktur sevgili. Zaman ileri dogru degil, içeri, yüreklere, derinlere dogru islemeye baslar. Insan korkusuz olur, daha derinden anlamaya baslar, bilgelesir. Hiç bilmedigi sezgileriyle bulusur. Yükü çok agirdir, kendiyle bulusmustur. Hem disindadir dünyanin, hem de ta ortasinda. Hindistan’da Ganj Nehri’nin kiyisinda yakilan yoksul adamin hissettikleri de onunladir, yitirdikleri de... New York’ta, bir sokakta, kartondan kulübesinde yasayan kadinin çiplak yalnizligi da. Her sey onunladir, ona emanettir sanki, ama o, çildirtici bir yalnizlik içindedir yine de... Askin kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanimiza karisan ilkel aci, o yaban agriyla hiçbir kitabin yazmadigi hakikatlere daha yakinizdir, inan... Kim demisti hatirlamiyorum, ask varligin degil, yoklugun acisidir diye. Belki de bu yüzden ilk gençligimde, o yogun âsik oldugum yillarda, gözüme uyku girmez, dudagimda bir islikla bütün gece sehri, o karanlik, o hüzünlü sokaklari dolasir, insanlari uykularindan uyandirmak isterdim. Uyanip, içimde derin bir siziyla uyanan o derin sancinin acisina ortak olsunlar diye... Ask çok eski bir seydir sevgili. Onun içinden o çileli çocuklugumuz geçer. Sevdigimiz insanlarin çocukluklari da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasiz yatililar geçer. Ve sonra ask bütün bunlari alir, daha da eskilere gider, hep o ilkel aciya, o yaban agriya... Insan bazen nedensiz yere umutsuzluga kapilir. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanir... Bazen denizler, kiyilar çeker insani. Insan bu kapilmayi anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yasanmasindan korkulup vazgeçilmez asklarin sizisidir bu. Bu sizi, bu yenilgi mevsimlerle yillarla devredilir baska insanlara... Bir insanin yaptigi bir hatanin tüm insanlara yayilmasi gibi... Iste simdi biz de sevgili, ya olmadik zamanlarda umutsuzluga kapilip, solugu evlerde alacagiz, ya da denizler, kiyilar çekecek bizi. Nasil biz baskalarinin korkakligini tasiyorsak, baskalari da bizim korkakligimizi tasiyacak, yenilgimizi, umutsuzlugumuzu... Birazdan sabah olacak... Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, is, anneler ve korkular baslayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse ask yoktur ve hiç olmamistir sevgili. Birbirimizi kandirmayalim... Hadi güne hazirlan. Yasadiklarimizi unutmaya çalis. Ask bize güvenip verdigi büyüsünü, sirlarini, cesaretini, bilgeligini ve o ilkel, o yaban agrisini geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üsüyecek, sonra geçecek... Hadi, oyalanma birazdan yarin olacak... Askta yarin yoktur sevgili...
CEZMi ERSOZ

DİLİMİZ ÜZERİNE
Dilimiz, konuşma dilimizden çok yazı dilimiz, yıllardan beri, yüzyılı aşkın bir zamandan beri durmadan değişiyor. Değişmesini bir dileyen oldu bir buyuran oldu diye değil, değişmesi gerektiği için, değiştirmek zorunda olduğumuzdan, içimizden duyduğumuz için değişiyor. Elimizdeki dille, dünden kalan dille, istediğimizi söyleyemediğimiz, istediğimiz gibi söyleyemediğimiz için değişiyor. Bu değişme, bir bakıyorsunuz hızlanıyor, çok kimseleri şaşırtacak, başlarını döndürecek kadar hızlanıyor; bir bakıyorsunuz ağırlaşıyor, artık duracak sanıyorsunuz. Ama durmuyor. Durdurmak kimsenin elinde değil; durdurabilsek, çoktan durduracaktık. Yazarlarımızın çoğu ta başlangıçtan beri, bu değişmeye sinirleniyor, bu değişmeyi istemiyor. Kimi öfkelenip bağırıyor. Sonra öfkeleneni de, eğlenip alay edeni de değişmeye uyuyor, dilini değiştiriyor, bir gün önce istemediği yeni dille yazıyor.Türkçe'de, yazı dilimizden Arap dilinin, Fars dilinin kurallarına göre kurulmuş isim, sıfat takımlarının, nasıl kaldırıldığını bir düşünün. Yazarlarımız, en ünlü yazarlarımız, karşı koymak için neler yapmadılar! "Terkipler kalkarsa Türkçe yazı yazılamaz... Dilimiz çirkinleşir..." dediler:Genç Kalemciler'e ters baktılar, saldırdılar. Genç Kalemciler'e yenildi, bozuldu, ezildi sandık. Bir de baktık ki onların dediği oluvermiş, terkipler ortadan kalkıvermiş. Dilimize bir güzellik verdikleri söylenen o terkipler bize bir çirkin görünüverdi!O kelimeleri atacak olursak birbirimizle anlaşamıyacakmışız; yeni kelimeler uydurma imiş, kimse bilmiyormuş. Doğrusu, biz eski kelimeleri bilmiyoruz da asıl yeni kelimeleri biliyor, asıl onları anlıyoruz. Bunu görmek istemiyorlar.Yazarlarımızın çoğunun yeni dile karşı koymaya kalkmalarının dil için de, o yazarlar için de büyük bir kötülüğü oluyor. Dil için de kötülüğü oluyor, çünkü yeni dil, yazarların, yani kendisini asıl kullanacak kimselerin payı olmadan kuruluyor; bu yüzden birtakım zevksizliklerin önüne geçilemiyor. Yazarlarımız için kötü oluyor, çünkü yarın onlar küçük düşecekler. Bu dili ister istemez kullanacaklar, daha doğrusu isteyerek, ötedenberi istediklerini sanarak kullanacaklar.Bunun böyle olacağına hiç şüphemiz yok. Çünkü bu iş şunun bunun istemesiyle, buyurmasıyla olmuyor; bu iş yüz yıldan beri bütün ulusun buyurmasıyla oluyor. Türk topluluğu yeni bir dil arıyor, istediğini istediği gibi söyleyecek, kafa dili olabilecek bir dil arıyor. Yazarların buna karşı koymaları değil, bunu anlayıp o dilin kurulmasına çalışmaları gerekir.
Nurullah Ataç
DİLİN CANLANDIRMA GÜCÜ
Maksim Gorki, fırıncı çıraklığı yıllarında, Tolstoy'un bir hikayesini okurken, öylesine kendinden geçer ki, acaba kağıdın içinde büyülü bir şey mi var diye havaya kaldırır bakar. Tabii beyaz sahife üzerinde siyah harflerden başka bir şey görmez.Fakat saf fırıncı çırağını ve bütün saf okuyucuları büyüleyen şey, o ak sahife üzerinde yazılı kara harflerden başka bir şey değildir.Harfler, seslerin işaretleridir. Kelimeler ise seslerden mürekkeptir. Yazılı veya sözlü işaretlerle, göz önünde bulunmayan her şeyi göz önüne getirebilir, ölüleri diriltebilir, ağaçları konuşturabilirsiniz. Bu büyü değil de nedir?Güzel bir romanı okurken, Maksim Gorki'de olduğu gibi, kitap, kağıt, harf ortadan kalkar, gitmediğimiz şehirlerde dolaşır, tanımadığımız insanlarla tanışır, onların yatak odalarına hatta ruhlarının içine gireriz.Dile bu büyük gücü veren nedir? Kendiliğinden çalışan bir şartlı refleks mekanizması dolayısıyla, dilin varlığın yerine geçişi! Ünlü Rus alimi Pavlov, yaptığı denemelerle köpeklerde sun'i olarak çeşitli şartlı refleksler yaratmaya muvaffak olmuştu. Köpeğe acıktığı zaman et verilirken bir de zil çalınır. Bu hareket tekrarlanınca, köpeğin ağzından, sadece zil sesi ile de salyalar akmaya başlar. Tabii zil sesi karın doyurmaz ama etin hayalini uyandırır.İnsanoğlunun hayatında kelimeler de aynı rolü oynarlar: Gösterildikleri eşyanın hayalini göz önünde canlandırırlar.Hayat boyunca öğrenilen kelimeler, bizim hafızamızda, onların hayali ile beraber, gözle görünmez bir dünya yaratırlar. Bir hikayeyi dinler veya okurken, ses ve yazı, hafızamızdaki hayalleri canlandırır. İyi bir edebiyatçı, dilin bu canlandırma gücünden faydalanarak, asıl dünyaya benzer veya ondan daha zengin veya değişik bir hayal dünyası yaratır.Herkesin bildiği, günlük hayatta kullandığı kelimelerin hayal mekanizmasını daha çabuk harekete getireceği gayet tabiidir. Bundan dolayı büyük yazarlar, yeni kelimeler icat etmekten çok, herkesin bildiği kelimelerle yeni dünyalar yaratırlar.(...)Bir yazar, kullandığı her kelimenin dış alemde veya insan hayatında neye tekabül ettiğini bilmelidir. Bülbül ile karga ayrı kuş çeşitlerini gösterir. Şefkat, merhamet ve sevgi kelimeleri arasında öyle ince farklar vardır ki, sevdiklerimizin bize karşı besledikleri duyguyu tavsif ederken bu kelimelerden birini veya ötekini kullanmak, bazen hayati bir önem kazanır....İyi yazar, dile hakim olduktan sonra, onu unutur, bizzat varlık, hayat ve insan ile uğraşır. Daha doğrusu o dili kullanırken dürbünle dünyayı seyreden biri gibi dikkatini kelimelere değil, varlığa çevirir. Dünyayı seyredecek yerde dürbünün kendisine bakan biri, dünyayı değil, dürbünü görür.
Mehmet Kaplan

DOĞRU İLE YALAN
Her doğruyu söylemeye gelmezmiş, birtakım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekmiş... Peki ama, bir doğruyu söylemek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek sürmesine bırakmaya hakkınız var mıdır?... Bu yalanlar kutsalmış, onlara dokunmaya gelmezmiş... Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına inanmıyoruz demektir; bunun için "kutsal yalan" sözü bir şeyin hem köşeli hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. Ama duygularını birer düşünce saymaktan çekinmeyenler böyle saçmalarla kolayca bağdaşabiliyor.Birtakım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik (aristocratie) -aristokrat- düşüncenin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille birtakım ayrıcalıklar ister. Eski acunun kibarlığı, aristokratlığı yıkıldı ama onun yerine aydınlar türedi...Bir kişi olarak ilk ödevimiz, yalan olduğunu anladığımız düşüncelerden benzerlerimizi yani bütün kişileri kurtarmaya çalışmaktır. "Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur." diyen kimse, öğrendiği anladığı doğrulara layık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: Bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu. Ancak kendisini düşünür, büyük görmek için bir yol arar.Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalan yayıyoruz demektir.
Nurullah Ataç
DOSTLUK
... Dostluk konusunda düşündüğüm zaman, hep şu noktayı gözönünde tutmalı diye düşünürüm: Acaba dostluğu arattıran sebep güçsüzlük veya ihtiyaç mıdır? Acaba karşılıklı yardımlaşmaya girişirken insanların amacı tek başlarına pek başaramayacakları şeyi bir başkasının yardımıyla elde etmek, sırası gelince karşılığını yapmak mıdır? Yoksa bu yardımlaşma dostluğun özelliğidir de, dostluğun daha derin, daha asil, sırf doğanın (tabiatın) yarattığı başka bir neden mi vardır? Dostluğa adını veren sevgi, insanların yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmasında başlıca nedendir. Çünkü çıkarlar çok kez kendine dost süsü veren ve durum gerektirdiği için saygı, ilgi gösteren insanlardan bile elde edilebilir, oysaki dostlukta hiçbir şey yalan ve yapmacık değildir, her şey gerçektir ve içten gelir. Bu yüzden, sanırım, dostluğu gereksinme (ihtiyaç) değil, doğa yaratır. Dostluğun doğuşunda, ondan ne çıkarlar elde edileceği düşüncesinden çok, ruhların sevgi ve bağlanması var...Birçokları kendilerinin yapamayacakları şeyleri dostlarında aramaktan -haydi sıkılmıyorlar demeyeyim de- hataya düşüyorlar diyeyim. Dostlarına vermedikleri şeyleri onlardan istiyorlar. Halbuki önce iyi insan olmak, sonra kendine benzeyeni aramak doğru olur. Deminden beri söylediğim sürekli bir dostluk ancak şu kimseler arasında sağlamca kurulur: Yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmış insanlar önce başkalarının esiri olduğu ihtirasları yenecekler, sonra doğruluk ve adaleti sevecekler, birbirleri için herşeyi yapacaklar, ama birbirlerinden şerefli ve doğru olmayan hiçbir şeyi istemeyecekler, aralarında yalnız sevgi ve beğenme değil, saygı da bulunacak. Çünkü dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur. Bunu sananlar, tehlikeli şekilde yanılırlar. Doğa, dostluğu erdemin yardımcısı olsun diye vermiştir, hataların yardakçısı olsun diye değil, onun amacı şudur: erdem tek başına en yüksek katına erişemediğine göre, ortaya başkasıyla birleşip ortak olarak erişsin. Bu türlü bir birlik bazı insanlar arasında, var olmuş veya olacak ise, bu, onları katıksız iyiliğe götürecek en iyi ve en mutlu birlik sayılmalı. İşte, bence, insanların peşinde koşmaya değer sandıkları her şeyi, şerefi, ünü, ruhun sükunet ve sevincini içine alan birlik, bu birliktir. Bütün bunlar var olunca, hayat mutluluk doludur.
Cicero
DOSTLUK ÇAĞRISI(DENEME ÖRNEĞİ)
Dostluk kitabının sayfaları da açılır önümüzde....Fırtınalardan geçmiş, denenmiş, iyi ve kötü günlerin sınavlarını alın aklığıyla vermiş dostluklar....Günlük alışkanlıkların, sıradanlıkların ötesine ulaşmış birliktelikler...Maddî ve manevî paylaşmayı içine alan ilişkiler...Bizi uyaran, yüreklendiren, aşkı, sevdayı, hoşgörüyü, fedakarlığı bir destana çeviren dostluklar...Dostluklarımız.Dostlarımız kitaplar olduğu kadar insanlardır da...Her yaştan, her renkten birbirini tamamlayan, zenginleştiren, farklılıkları âhenge çeviren dostluklarımız, dostlarımız...Bir anıt dostluktu Hz. Ebubekir’in mağara dostluğu...Kutlu çağın çağımıza ulaştırdığı bir yürek serinliği ve genişliği...O değil miydi bize Erdem Beyazıt’ın mısralarıyla seslenen:“Bir orman gibi büyür içimde sevmekİçimde insan, bir mahşer gibi kabarırkenAy her suça ortak çıkan kalbim....”Kalbimiz...Önce onu koruyalım. Aklın ve bedenin sağlığı da ona bağlı çünkü..Kalp, özge bir mekan....Tecelli orada gerçekleşir.Orası bir hükümdarlık şehridir ağyâre yer olmayan.Kalbi olanın dostu vardır.Dost O’dur ve O’nunla olandır, olanlardır.Dost isek ve dostumuz varsa yolumuza haramiler de çıkacaktır.Olsun....Yeter ki dostumuz, dostlarımız olsun.Ferhat ki dost diye kazmasını kayalara değil artık kalplere vuruyor.İçimizdeki şarkı yeniden başlıyor.Şarkısız yaşayamayız biz.Şarkımız “Dost”a “dost”la ulaşmak.Kitabımızda sevmek, yaşamakta ilk deneydir.Bir selam yeter kâlp denizlerindeki yolculuğumuz için.“Ay Allah’ın kulları kardeş olunuz...”Önce bu bilinci taşıyoruz yüreklerimize...Küçüğümüzle, büyüğümüzle, yazarımızla, okurumuzla, yakında ve uzakta olanımızla “kardeş” olmanın bilincini...Bu bilinçle ve sorumlulukla kalem ele alınınca görülür ki, dostluk, kardeşlik, arkadaşlık salt kalemlerden ibaret kalan şeyler değil.Bir çiçek gibi ilâhî ölçüler içerisinde birbirine uzanan eller, birbirine seslenen diller, birbirini gözeten gönüller, gönüllere ekilen sevgi tohumları kabuğunu çatlatmak, toprağı yarmak, boyunlarını güneşe uzatmak, sonra da sağlıklı bir biçimde büyümek, çiçek açmak, meyve vermek istiyorlar.Bunun için uygun hava, uygun su gerekiyor.Her şey gibi bu da bir iklim meselesi...Böylece “selâm” kardeşlik sözleşmesine atılan bir imzadır.Yetmiyor elbet bu kadarı...Bir’den bine, binlere ulaşmak, sağlıklı bireylerden sağlıklı topluluklara gitmek...Samimiyet ve güven en temel şart.Dostluklarımız ki evrensel yapımızın temel taşlarıdır.Bu bilinçle ele alınıyor kalem. Böylece bir şiir, bir hikaye, bir deneme, bir roman bir mektuptur kardeşler için, dostlar için.Bir mesajdır, umuttur, cesarettir.Yazar, okuyucunun; okuyucu da yazarın dostudur.Yazarı, salt üreten, okuru ise salt tüketen olarak görmek ve kitabı Yasak KelimelerYasak KelimelerYasak KelimelerYasak Kelimelerlaştırmak ne kadar ilkel bir anlayıştır...
Mustafa Özçelik

DÜŞE ÇAĞRI
Severim gerçekçi edebiyatı. Bu yaşa değin en çok onun ürünlerini, o yolda yazılmış hikayeleri, romanları, hep o çığırı öven denemeleri, eleştirmeleri okudum. Bir hikayede, bir romanda anlatılanların, gerçekte olanlara benzememesi, çok kimseler gibi benim için de büyük bir suçtur. Peri masallarından, dev masallarından çocukluğumda bile pek hoşlanmadım. Olmayacak şeyler, benzerleri görülmeyecek insanlar anlatan hikayeler arasında beğendiklerim yoktur demeyeceğim, ama onlarda da gerçeği aradım: "Bütün bunlar gene bir doğruyu söylüyor, ancak yazar gerçeği bir düşle örtmüş, kaldırın o örtüyü, arasından bakın, gerçeğin ta kendisini, çırılçıplak doğruyu bulursunuz" diye düşünürüm.Bunun içindir ki bugünkü yazarlarımızın çoğunun gerçekçiliğe özenmelerine göneniyorum. Bize hayatı anlatıyor, her gün gördüğümüz insanları tanıtıyorlar, okurlara çevrelerindekilerin de kendileri gibi düşünen, duyan, dertler çeken birer varlık olduğunu sezdiriyorlar. İnsanoğlu, çoğu bencildir, yalnız kendiyle ilgilenir, kendi kendisiyle uğraşır da başkalarının gerçekliğini kavrayamaz. Benliğimiz içine kapanır kalırız. Bu kabuğu dışarıya değinmemize, yani temas etmemize bırakmayan bu benlik kabuğunu ancak edebiyat, gerçekçi edebiyat kırabilir. Hani şiir okumayı, hikaye okumayı boş bir iş sayıp da kendilerine yakıştıramayan kimseler vardır, siz onlar arasında başkalarını anlayan, başkalarının dertlerine, kaygılarına ortak olan birini gördünüz mü hiç?... Onu ancak edebiyat aşılar. Batılıların edebiyata "humanites" yani "insanlıklar", kişiye insanlığı, insanca duyguları, düşünceleri aşılayan bilgiler ne denli gerçekçi olursa bu ödevini o denli iyi başarır.Evet, severim gerçekçi edebiyatı, gerçekçi sanatı, bütün çığırlar arasında onun en üstün olduğuna inanırım. Ama düşünüyorum da: "bizi alıp düşler acununa götüren bir edebiyat da gerekli değil mi?" diyorum. Bu günün birçok yazarları sanatın toplumsal görevi üzerinde türlü türlü sözler söylüyorlar. Okurları düşler acununa alıp götürmek de edebiyatın toplumdaki görevlerinden biri değil midir? Biz gerçek içinde yaşıyoruz, duvarlarını yıkıp aşamadığımız bir gerçek içinde. Onun da güzellikleri var elbette ama pek alıştığımız için göremiyoruz, tadamıyoruz o güzellikleri. Edebiyat, sanat bize o güzellikleri sezdirsin. Madame Rachilde'in (Madam Raşild) "Güneş satıcısı"nı "Le Vendeur du Soleil" (Lö Vandör dü Soley) bir türlü unutamam, çok anlattım onu okurlarıma, bir kez daha anlatayım:Paris'in bir köprüsü üzerinde bir satıcı, bağırıyor, dil döküyor, sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Başına toplananlar merakla bekliyorlar: nedir acaba o adamın sattığı? En sonunda söylüyor: "Size güneş, her gün gözlerinizin önünde duran, ama sizin bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz güneşi satıyorum. Bakın; bakın! Sizin bütün hülyalarınızdan güzel değil mi?" Dinleyenlerin çoğu omuzlarını silkip gidiyor, ancak bir iki kişi: "Sahi! Ne de güzelmiş!" diyorlar.Şairin, hikayecinin o adama benzemeleri gerektir: Bize gözümüzün önünde duran, ama alışık olduğumuz için artık farkedemediğimiz güzelliklerini anlatmaları, sezdirmeleri gerekir. Hayatın yalnız iyi yanlarını söylesinler demek mi istiyorum? Hayır. Acıları, kötülükleri, çirkinlikleri söyleyerek de o işi başarabilirler, okurlara yaşamanın güzel bir şey olduğunu sezdirirler de acılar, kötülükler, çirkinlikler karşısında irkilmenin kutluluğunu, o yürekler paralayan mutluluğu duyururlar. Bütün o acıları, kötülükleri, çirkinlikleri kaldırmaya özendirirler de insan olmanın onurunu duyururlar onlara.Yapsınlar bunu şairlerimiz, hikayecilerimiz, bunu yapmak için de gerçekçi olsunlar. Peki, ama yalnız bu yeryüzünün, yaşamanın güzelliğini göremeyenlere, sezemeyenlere midir sanatın yararlığı? Güneşi satan adam muradına erdi, hepimize güneşin güzelliğini anlattı, bizi hayatın biteviyeliğinden (monotonluğundan) kurtarabilir mi?... Bugün düne benziyor, yarın bugüne benzeyecek. Çeşit çeşit güzellikler var yöremizde, güneş doğuyor, batıyor, yıldızlar parlıyor, karanlık, soğuk, kasırgalı gecelerin bir de bir tadı var, çiçekler açıldı, yarın solacak, hepsi ayrı bir duygu veriyor kişiye... İyi, hepsi iyi ama hep biteviyelik içinde geçen bu güzellikler bıktırıyor, biteviye olduğu için çirkinleşiyor. Biz o biteviyelikten kurtulamayacağımızı anlıyoruz da bir perişanlık duyuyoruz içimizde. Yalnız yaşlılar mı kapılıyor bu melale?... Bu üzüntüden bizi yalnız hülya kurtarabilir. Ama, hülyalar kurmak her kişinin elinden gelir mi sanırsınız? Gerçeğin güzelliklerini sezmek her kişiye vergi değildir de gerçekten silkinip kendine daha gönlünce bir acun kurmak her kişiye vergi midir? İyi bir dinleyin kendinizi: Hülyalarınız da günleriniz gibi, hep birbirine benzemiyor mu? Çevrenizdeki gerçeğin biteviyeliğinden kurtulamadığınız gibi, hülyalarınızın da biteviyeliğinden kurtulamıyorsunuz, onlar da sizin için, gerçek sahibi, birer duvar olmuyor mu? Size yeni yeni hülyalar kurabilmeniz için yardım edilmesini istemez misiniz?. Toplumda edebiyatın, sanatın böyle bir görevi de vardır. Gerçekçi sanat... Doğru, en üstünü belki o. Ama ötekinin, bizi olmayacak şeyler acununa, düşler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyleyen, masallar anlatan sanatın gerekliliğini de unutmayalım. Bizi, biteviyelik içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısı vererek avutan edebiyatı da büsbütün küçümsemeyelim. Hülyaya çağırıyorum sizi, o acunda ne güzel şeyler var. Ama ben bir şair, bir hikayeci değilim ki size onları anlatabileyim.Fransız düşünürlerinden Jules Soury'yi (Jül Suri) bir gün yolda görmüşler; "Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım... Bana masal verin, masal verin bana, masalsız yaşayamıyorum!" diye bağırıyor. Çıldırdı demişler onun için, belki de çılgınlıktan o gün kurtulmuştur.
Nurullah Ataç
HAYAT VE EDEBİYAT
Hayatın en önemli gerçeği samimiliktir. Bu itibarla, hayat ile bağı olan edebiyat, mutlaka samimi bir edebiyattır denilebilir. Hayatı en gizli, en karışık yönleriyle anlatmayan, duygularımızı tıpkı hayatta olduğu gibi saf ve derin bir şekilde duyurmayan, elemlerimizi, felaketlerimizi, açık açık yansıtmayan bir edebiyat, hayat ile ilgisiz ve sahte bir edebiyattır. Öyle bir edebiyat, kelimeleri dizip, onları işleyen pek hünerli kuyumcular çıkarabilir. Belki onlar çok süslü, çok göz alıcı şeyler yapabilirler. Fakat, ne yazık ki bütün bu sahte ürünler muntazam kış bahçelerinde yetişen iri yapraklı, parlak renkli çiçeklere benzer. Uzaklığından dolayı bize çok çekici, çok harikulade görünen o meçhul sıcak iklimlerin bu göz kamaştıran ürünleri nasıl açık bir havaya, sert bir rüzgara dayanamazsa, hayat ile ilgisi olmayan böyle bir edebiyat da zamanın sonsuz kasırgaları önünde süpürülüp gitmeye mahkumdur. Halbuki bedii his, hislerimizin en ilahi ve en samimisidir. Akşam rüzgarı ile inleyen bir çam ormanının karanlık hışırtıları ne kadar tabii ise, ruhun güzellik karşısında duyduğu hisler de hayatın en derin ve anlaşılmaz köşelerinden birdenbire fırlayıp çıktığı için, her şeyden çok samimidir. İşte bunun gibi milletler için de "güzel" ve "iyi" telakkilerinden daha "milli" hiçbir şey yoktur. Bir toplumu başkalarından ayırmak isterseniz onun din ve ahlak hakkındaki, güzellik hakkındaki samimi duygularını arayınız. Çünkü bunlar doğrudan doğruya ruhundan koptuğu için hayatının en samimi taraflarıdır.Yüksek ve hakiki sanat asıl ona derler ki, hayatı bütün genişliği ve bütün samimiliğiyle okuyucuya duyurabilsin. Ancak yapmacığın bittiği yerde sanatın başlayabileceğini, nedense, hala anlayamadık!
Mehmet Fuat Köprülü
İÇİMİZDEKİ GÜZELLİKLER
Gönlümüzün güzelliği sevgi ise, beynimizin güzelliği de düşünebilme yeteneğimizdir. O yeteneği her an, her dakika kullanalım. Unutmayalım ki düşünen insan, özgür insandır.Kişi düşünebiliyorsa pek çok sorununu çözümleyecek, pek çok şeyi bilecektir. Herkesi dinleyin. Annenizi, babanızı, arkadaşlarınızı dinleyin. Sonra da düşünün ve sorular sorun... Neden? Nasıl? Nerede?Sonra da oturup kararlarınızı kendiniz alın. Kararları yalnız aldığınız zaman, eziyetler de güçlükler de sonuçta bütünüyle size aittir artık. Karar alırken sorumluluk almayı da bilin. İşte bu, büyümek ve olgunlaşmaktır; özgür insan olma yolunda atılan ilk adımdır.Büyüklerinizle, yaşıtlarınızla, kendinizden küçüklerle konuşun, tartışın. Konuşarak pek çok şey öğrenildiği gibi, pek çok sorun da çözümlenebilir. Toplumumuzda, bu tür konuşma pek yaygın değil ne yazık ki! Ya susuyor, ya bağırıyoruz. Konuşmayı bilmiyoruz. Sizler bunu değiştirin.İçimizin bir başka güzelliği de iyimserliktir. Yüreğinizin ibresi hep iyimserlikten yana olsun.Asırlardır kötümserler, köşelerinden dünyanın kötüye gittiğinin doksan dokuz nedenini sayarlarken iyimserler epey yol almış; pek çok iş başarmışlardır. En azından denemişlerdir.Zaten yapılan araştırmalar, başarılı olanların üstün zekalılardan çok, sıradan ama olumlu ve iyimser kişiler olduğunu ortaya koyuyor.İçimizdeki güzellikler arasında neşenin yeri bambaşkadır. Hele gençliğinizin getirdiği neşe ve kahkahaları sakın kısıtlamayın. Bazı kişilerin "Sırıtıp durma!" gibi bilgece (!) uyarılarına aldırmayın. Tam tersine daha çok gülün. Bol bol kahkaha atın. Sorunlarınıza bile gülerek bakabilirseniz yükünüz anında hafifleyecektir.Güldürü dergileri, neden bu kadar çok okunuyor sanıyorsunuz?Onca sorunun, çevre kirliliğinin, savaşların, ölümlerin, çıkarcılığın, cahilliğin yer aldığı dünyamızda sevgi, iyimserlik ve neşeye her zamankinden fazla gereksinmemiz var. Bu nedenle hayatınızı daha güzel yaşamak istiyorsanız, önce içinizdeki güzellikleri geliştirin, ortaya çıkarın.Sevinin, düşünün, konuşun, iyimser olun ve doyasıya gülün!
İpek Ongun

KİTAPLIK VE OKUMA
Evde bulunduğum zaman hayatım daha çok kitaplığımda geçer; oradan ev işlerini yönetmek imkanını da bulurum. Giriş kapısının hemen üstündeyim; hem bahçeyi, kümesi, avluyu görürüm, hem de evimin öteki bölümleri içinde sayılırım. Hiçbir düzene uymadan, hiçbir amaç gütmeden bir bu kitabı, bir şu kitabı karıştırırım; zaman olur hayal kurarım, zaman olur kurduğum hayalleri ya kendim yazarım ya da bir aşağı bir yukarı dolaşarak başkasına yazdırırım.Kitaplığım bir kulenin üçüncü katındadır; birinci katta tapınak, ikinci katta da yalnız kalayım diye sık sık yattığım bir oda ile eklentileri, kitaplığın üstünde ise büyük bir sandık odası vardır. Eskiden kitaplık, evimin lüzumsuz yeriymiş. Bense hayatımın çoğu günlerini, günlerimin de çoğu saatlerini burada geçiriyorum.Kitaplığım yusyuvarlak bir oda; masamla sandalyemi alacak kadar yer var; bir bakışta kitaplarımın tümünü birden görebileceğim şekilde düzenlenmiş beş raflı dolaplar çember halinde duvarları kaplar. Odanın, on altı adım çapında boşluğa bakan çok geniş ve çok güzel manzaralı üç penceresi var. Kışın daha az bulunurum bu odada; çünkü adından da anlaşılacağı gibi evim bir tepenin üstündedir; hiçbir odası da bu oda kadar yer almaz; bir gayret sarfetmemi gerektirdiği, ıssız bir yerde olduğu için hoşuma gider; böylece, hem çalışmamın verimli olmasını sağlar, hem de topluluktan beni uzak tutar. Oturduğum yer, böyle bir yer işte; orada tam bir egemenlik kurmaya, yalnız orasını karımdan da çocuklarımdan da, toplum hayatının geleneklerinden de uzak tutmaya çalışırım. Başka nerde olursa olsun egemenliğim sözde kalır: aslında zaten şüpheli bir egemenliktir bu. Evinde kendi kendisiyle başbaşa kalacak, kendi kendine övgüler söyleyecek, şundan bundan kaçıp gizlenecek bir yeri olmayan kişi benim gözümde zavallının biridir. Gösterişe düştün olanların bu huyları çok pahalıya oturur onlara; Pazar yerlerindeki heykellere benzerler de ondan: "Büyük başın derdi büyük olur".Gençken gösteriş olsun diye okurdum; sonradan, biraz da kendimi yetiştirmek için okumaya incelemeye başladım; şimdi ise vakit geçirmek, oyalanmak için yapıyorum bu işi; çıkarımı sağlamak aklımdan bile geçmedi. Kitaba karşı içimde, beni paradan çıkartan aşırı bir sevgi vardı; yalnız kendi ihtiyacımı karşılamak için değil, üç adım uzaktaki çevremi doldurmak, süslemek içindi bu sevgi; bir hayli oluyor, onu da bıraktım.Seçmesini bilen için kitabın çok hoş meziyetleri vardır; ama her nimet bir zahmet karşılığıdır; bu zevk de ötekiler gibi belli ve arık değildir; kendisine öz, çok ağır yükleri vardır; okudukça ruh gelişir, ama kalıp, benim hiçbir zaman yüzüstü bırakmadığım kalıp, hareketsiz kalır, yıkılır, ezilir büzülür. İhtiyarlığa yöneldiğim şu anda fazla okumak kadar zararlı, kaçınılması bunun kadar gerekli bir şey bilmiyorum ben.
Montaigne
KÜLTÜR VE MEDENİYET
Alman tarihçilerinin dilinde kültür lafı, daha önce mevcut olan medeniyete çok yakın bir mana kazanır. Bununla beraber bir takım ayrılıklar önerilir. Kültür, insanoğlunun fizik dünyaya, fizik çevreye söz geçirmek için sahip olduğu kollektif araçlar bütünüdür. Başka bir deyişle ilim, teknik ve uygulamalarıdır. Medeniyet ise insanın kendini inzibat altına alması, fikirce, ahlakça, ruhça yükselmesi için lüzumlu olan kollektif araçların tümü, güzel sanatlar, felsefe, din ve hukuk gibi...Ama bunun aksini ileri sürenler de var. Onlara göre, medeniyet toplum yaşayışının maddi ve faydacı amaçlarına hizmet eder, akılcıdır: Emeğin, üretimin, teknolojinin ilerlemesi için gerekli bir akılcılık. Peki kültür, o da toplum yaşayışının daha hasbi, daha manevi yönlerini kucaklar, saf düşüncenin, hassasiyetin, idealizmin meyvesidir.Bu tekliflerden hangisine katılacağız? İki taraf da hem sayıca birbirine eşit hem de birikim olarak. Amerikan sosyologları ise, belki de beğendikleri Alman sosyologlarına uyarak ikinci anlayışı benimsemiş.Fakat antropolog ve sosyologların çoğu böyle bir anlayışı lüzumsuz ve karanlık bulmuş. Onlara göre ruhla madde, gönülle akıl, kavramlarla varlıklar arasında böyle bir ikilik kurulamaz. Sosyolog ve antropologların yüzde doksanı "medeniyet" kelimesini kullanmaz, "kültür" kelimesini tercih ederler. Kimine göre bu iki kavram eş anlamlıdır. Kimine göre farklı.Bu iki kavramı ayıran çağdaş sosyologlara göre, medeniyet kelimesi aralarında yakınlık bulunan veya ortak bir kaynaktan gelen milli kültürler bütününü belirtmek için kullanılmalıdır. Mesela Batı medeniyeti denince Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan kültürleri anlaşılmalıdır. Yani kültür kavramı belli bir topluma bağlıdır. "Medeniyet" ise zaman ve mekanda çok daha geniş, çok daha kucaklayıcı bütünler için kullanılmalıdır. Durkheim (Durkheym) ile Mauss, medeniyetten, belli bir sosyal organizmaya bağlı olmayan sosyal olayları anlarlar; bu olaylar milli ülkeleri aşar, belli bir toplumun tarihi ile de sınırlanamaz, milletlerüstü bir hayatları vardır."Medeniyet kelimesi, ilmi ve teknik gelişme, şehirleşme, sosyal organizasyonun giriftliği bakımından daha ileri bir aşamada bulunan toplumlar için kullanılır. Kelimenin eski anlamı bu idi. Zamanımızda daha çok, sanayileşme, modernleşme, gelişme gibi lafızlar tercih edilmektedir. Medeniyet kelimesinin beraberinde getirdiği değer hükümlerinden sıyrılmanın başka çaresi yoktur.
Cemil Meriç
Nasıl Konuşmalı?
Sözümün akışını bozup güzel tümceler aramaktansa güzel tümceleri bozup sözümün akışına uydurmayı daha doğru bulurum. Bir sözün ardından koşmamalıyız, söz bizim ardımızdan koşmalı, işimize yaramalı, Söylediğimiz şeyler sözlerimizi almalı ve dinleyenin kafasını öyle doldurmalı ki artık sözcüklerini hatırlayamasın.
İster kağıt üstünde olsun, ister ağızdan, benim sevdiğim konuşma, düpedüz, içten gelen, lezzetli, şiirli, sıkı ve kısa kesen bir konuşmadır. Güç olsun, zararı yok; ama sıkıcı olmasın; süsten, özentiden kaçsın düzensiz, gelişigüzel ve korkmadan yürüsün. Dinleyen, her yediği lokmayı tadarak yesin. Konuşma, Sueton'un, Julius Caesar'ın konuşması için dediği gibi, askerce olsun; ama ukalaca, avukatça,
vaizce olmasın.
Söylev sanatı, insanı söyleyeceğinden uzaklaştırıp kendi yoluna çeker.
Gösteriş için herkesten başka türlü giyinmek, gülünç kılıklara girmek nasıl pısırıklık, korkaklıksa, konuşmada bilinmedik sözcükler, duyulmadık tümceler aramak da bir medreseli çocuk çabasıdır. Ah, keşke Paris'in sebze çarşısında kullanılan sözcüklerle konuşabilsem!
(Montaigne, Denemeler)
OKUMA ÜSTÜNE
Okumak, haz duymaya, zihnimizi süslemeye ve yetkimizi arttırmaya yarar. Haz duyurmak hususundaki faydası, insan bir köşeye çekilip tek başına kaldığı zaman kendini gösterir. Zihnimizi süslemesinin, konuşurken, yetkimizi arttırmasının da bir iş hakkında hüküm verirken, o işi başarırken faydası dokunur. Tecrübeyle yetişmiş kimseler, tek tek bazı işler yapar, onlar hakkında birer hüküm verebilirse de, meseleyi her bakımdan göz önünde tutan öğütler vermek, planlar yapmak, nizamlar kurmak, bilhassa bilgi sahibi kimselerin elinden gelir. Okumaya fazla vakit harcamak, uyuşukluktur. Okunan kitaplardan süs olsun diye fazla faydalanmak gösteriş, bir hüküm verirken sade kitaptaki kaidelere uymak da ukalalıktır.Okumak tabiatı tamamlar, tecrübe ile de tamamlanır. İnsanın tabiat vergisi olan kabiliyetleri kendiliğinden çıkan bitkilere benzer; okumakla budanmaları lazımdır. Okumak, tecrübeyle sınırlanmaz da başına buyruk bırakılırsa dağınık yönlere yayılmış bir bilgi verir. Tecrübe ile yetişen kimseler, okumayı hor görürler. Basit kimseler ona hayrandırlar. Bilginler ondan faydalanırlar, çünkü okuma, sağladığı faydanın ne olduğunu öğretmez. Bu, insanın, göre göre, tahsile ihtiyaç duymadan onun ötesine varan bir kuvvetle elde ettiği, bir bilgeliktir. Kitapları, ne cerhetmek, ne yanlış bulmak için ne de zaten ispat edilmiş diye, olduğu gibi kabullenip, konuşmalarında sana konu olsun diye oku. Bazı kitaplardan insan yalnız zevk alır; bazılarını olduğu gibi yutar. Bazılarını geveler ve hazmeder. Yani bazı kitaplardan yalnız birtakım parçalar okunur; bazıları baştanbaşa, ama inceden inceye tetkik edilmeden, bazıları ise dikkat ve itina ile okunur. Bazı kitaplar da vardır, insan onları vekil vasıtasiyle yani başkalarının onlardan çıkardıkları parçaları okur. Bu ancak kitabın değeri ve konunun önemi az olduğu zaman yapılır. Çünkü böyle başkasının süzgecinden geçmiş, kitaplar, imbikten süzülmüş adi su gibi yavan olur.Okumak, insana olgunluk, konuşmak canlılık, yazmak da açıklık verir. Bu sebeple, az yazanın, hafızasının kuvvetli, az konuşanın hazırcevap, az okuyanın da bilmediğini bilir gibi göstermesi için, kurnaz olması lazımdır. Tarih kitapları insanı akıllandırır; şiir nükteci, matematik dikkatli kılar; felsefe eserleri de derinleştirir. Mantık ve hitabet, münakaşalarda ustalaştırır; ahlak da ağırbaşlı yapar."İnsanın okuduğu şey benliğine işler." Hatta insan zekasına ket vuran her türlü engeli, iyi seçilmiş eserler okumakla ortadan kaldırabilir. Tıpkı vücudun tutulduğu hastalıkların münasip idmanlarla iyi edilebildiği gibi. Mesela top oyunu, vücutta hasıl olan taşlarla böbrek hastalarına; ok atmak, akciğerle göğüse, ağır yürüyüşler mideye, ata binmek baş ağrılarına iyi gelir, v.s. Bu sebeple bir kimsenin zihni dağınıksa matematikle meşgul olsun; çünkü bir davayı ispat ederken biraz dalıverse davaya ta baştan başlaması lazım gelir. Eğer zekası farkları görüp ayırmaktan acizse iskolastikleri tetkik etsin. Çünkü onlar; "kılı kırk yararlar."Bir konuyla bir diğeri arasında münasebet kurmakta ve bir meseleyi ispat edip aydınlatmaya yarayacak delilleri hatırlatmakta güçlük çekiyorsa hukuk davalarını tetkik etsin. Böylece her zeka hastalığına ilaç olacak birer reçete bulunabilir.
Bacon

ÖLÜM ÜSTÜNE
Madem ki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates'e; "Otuz zalimler seni ölüme mahkum ettiler," denildiği zaman: "Tabiat da onları!" demiş.Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de herşeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamıyacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: "Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. (İnsanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler - Lucretius).Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.Hayattan edeceğiniz kârı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin."Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius."Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.
Montaigne
SEVGİ ÜZERİNE SÖZLER
Sevgi yalnız insana vergi olmasa da insanın gene en ulu duygusudur. Anamızı, babamızı, kardeşlerimizi, çoluğumuzu çocuğumuzu görünce içimizin titremesi, onları anarken yüreğimizin ya kaygılı bir sevinç, ya sıcak bir üzüntü ile çarpması dünyamızı genişletiverir. Bir kendimiz için yaşamaktan, öz tasalarımızın çemberinden kurtuluruz. Bir de gönülden kimseye bağlı olmayan, kimseyi aramayan, özlemeyen bir kişi düşünün; akıllı olsun, doğru olsun, acımak nedir, isterseniz onu da bilsin, siz gene bir ürpermez misiniz? Bütün üstünlükleri o yalnızlığı ile sanki yok oluvermez mi?... Doğum ile ölüm arasındaki yolu acılarla da, zevklerle de zenginleştiren hep o sevgi, kendimizden başka kimselerle ilişiğimiz olduğu duygusudur. Yoksa var olduğumuzu bile anlamaz, düşsüz bir uykudan uyanmaksızın geçer giderdik.Sevgi özcülükten başka bir şeydir mi demek istiyorum? İnsanoğlunda ne vardır ki kökü özcülükte olmasın? Anamızla babamızı, kardeşlerimizle çocuklarımızı düşünürken, severken de kendimizi düşünmüş, kendimizi sevmiş olmuyor muyuz? Hepimiz iki büyük korkunun, ölüm korkusu ile yalnızlık korkusunun zincirlerine vurulmuş değil miyiz? Onları bir başımıza taşımadığımız için, onları unutabilmek için türlü işleri, türlü duyguları yaratmışız. Sevgi de kendimizi avutmak içindir. Seveceğiz, sevmeye inanacağız ki sevilelim; yani bizi düşünen, ölmemizi istemeyen, bizim ölmemizden belki bizim kadar korkan kimseler bulunsun. Böylece korkularımızı birleştirirsek, önüne geçilmez diye titrediğimiz sona belki karşı koyar, onu hiç olmazsa geciktiririz. Hiçbiri elimizden gelmese de bari bizi ananlar, gerçek yaşamamız bittikten sonra da bizi düşüncelerinde yaşatacak, varlığımızı kendi varlıklarında sürdürecek kimseler olur ya!...(...) Yalnızlık korkusu ile ölüm korkusundan büsbütün kurtulmuş, toplum içgüdüsünü yenmiş bir kişi bulunur da o başkalarını severse ancak onun sevgisi gerçek bir sevgi, yalın bir sevgi olabilir. Bizimki bir yalandır, kendimizin de irkildiğimiz asıl yüzümüzü kendimizden de saklayan bir perdedir.
Nurullah Ataç
ŞİİR
Zannederiz ki, şiir öteden beri bazı kayıtlarla beraber; "vezinli, kafiyeli söz" diye tarif olunur. Bu tarifin sebebi; tabiatın manzum sözü, mensur söze ve kafiyeli nazmı kafiyesiz nazma tercih etmek istidadında bulunmasından ileri gelmiştir. Yoksa, şiirin mutlaka kafiyeli ve vezinli olması için gerçek bir sebep yoktur.Manzum söze örfte şiir diyoruz. Çünkü bu isme en çok layık görülecek çekici sözler nazım arasında bulunabilir.Biz genel olarak beliğ sözlere edebiyat demekle beraber, bunların en çok beliğ olanlarına şiir diyoruz. Manzum veya mensur olmasını kasdetmiyoruz. Bununla beraber şiir denilebilecek bir sözün mensur olmasına nispetle, manzum olmasından daha çok zevk duyduğumuzu itiraf eyliyoruz.Biz şiiri nazım ve nesre umumileştiriyoruz. Onlar nazma tahsis ediyorlar. Bu tahsis yayılmış. Şiir denildiği zaman, vezinli ve kafiyeli söz hatıra geliyor. Halbuki, öyle vezinli kafiyeli sözler var ki; şiir olmak şöyle dursun, bayağı edebiyattan bile sayılamaz. Bilakis, öyle mensur sözler de var ki, nice manzumeden üstün bulunuyor.Tabiatın bu konudaki temayüllerine dikkat etmek kafidir. Dünyada şiirsiz adam olamaz. Şiir ümit gibidir. Şu kadar var ki, herkesin şiiri kendi zevkine göre olur. Vezin, kafiye yokken de şiir vardı. Hiç nutuk (söz) olur da şiir olmaz mı? Bu halde, şiirin nazma tahsisinin yeni çıktığı anlaşılmaz mı?Bizim tarif etmeye çalıştığımız şiir, tabiidir. Şiire vezinli, kafiyeli söz demek, sun'i olur. Bu konuda tabiilik, sun'ilikten önce gelir. Çünkü insanın hiç beğenmeyeceği bir söz manzum olabilir. Aksine, pek beğenebileceği bir söz de mensur bulunabilir. Ötekine şiir demeğe, berikine dememeğe neden mecbur olsun? Bu, zevke ait bir keyfiyettir. Hangi sözü şiir olarak telakki ediyorsa, bu adı ona verir. Kendisince hiçbir meziyeti olmayan sözlere, sadece manzum olduğu halde şiirden saymamakla beraber edebiyat bile dememek elindedir.Burada dikkat edilecek olan nokta şudur ki, belagatle pek münasebeti olmayanlar, mesela bir beyiti görür görmez "Bu şiir değil, edebiyattan bile değil". Demekte tedbirli olmalıdırlar. Çünkü o beyit şayet gerçekten şiir ise, bu iddia utanmayı gerektirir. Her halde, gerçek fikir üzerine hüküm vermeğe çalışmalıdır.Bu ifadelerden maksadımız, "Bundan böyle şiir kelimesini vezinli kafiyeli söz manasında kullanmayalım". Demek değildir. Tabii şiirin neden ibaret olması gerekeceğine dair haddimizce bir fikir vermeğe çalışmaktır. Şiir dediğimiz vakit; yerine göre tabii manasını, yerine göre örfteki manasını kastetmekte hürüz.
Muallim Naci
ŞİİR HAKKINDA BAZI DÜŞÜNCELER
Biz bu satırlarda, şiirde anlam ve açıklığın ne değerde şeyler olduğu üzerinde, kendi görüşlerimizi söylemekle yetineceğiz.Herşeyden önce şunu itiraf edelim ki, şiirde anlam sözüyle ne demek istendiğini bilmiyoruz. Düşünce dedikleri bayağı görüşler yığını mı, hikaye mi, mazmun mu; ve açıklık, bunların adı kavrayışa göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları gerekli sayanlar, şiiri, tarih, felsefe, nutuk ve belagat gibi bir sürü söz sanatlarıyla karıştıranlar ve onun asıl yüzünü seçip tanımayanlardır.Oysa şair, ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir kural koyucudur. Şiirin dili, nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden çok musikiye yakın, ortalama bir dildir. Nesirde üslubun oluşması için gerekli olan öğelerin hiçbiri şiir için söz konusu olamaz. Denilebilir ki, şiir, nesre çevrilemeyen nazımdır...Şiirde her şeyden önce önemli olan kelimenin anlamı değil, cümledeki söyleniş değeridir. Şairin amacı, her kelimenin cümledeki yerini öteki kelimelerle ilgilerinden, gizemli birleşmelerinden doğacak tatlı, gizli, uçarı ya da sert sese göre belirlemek ve çeşit çeşit kelime ahenklerini, mısranın genel gidişine uydurarak dalgalı ve akıcı, karanlık ya da aydınlık, ağır ya da hızlı duygulara; kelimelerin anlamı üstünde, mısranın musiki dalgalanmalarından, sınırsız ve etkili bir anlatım bulmaktır.Kelime değişmeleri ve ahenk kaygıları arasında anlam kararırsa, ruh, ahengin tadıyla onun yerini doldurur. Zaten anlam, ahengin telkinlerinden başka nedir?Şimdiye kadar, hiçbir büyük şairin, sınırlı bir insan topluluğu dışında anlaşılmış olduğunun iddia edilemeyeceği düşüncesindeyiz. Abartmadan denilebilir ki, herkesin anlayabileceği şiir yalnız aşağı şairlerin işidir. İyi şiirlerin girişleri, tunç kaplı şehir kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır; her el o kanatları itemez ve kapılar kimi zaman yüzyıllarca insanlara kapalı kalır.Şiirde kimi bölümlerin belirsiz kalması bir yanlış ve bir kusur olmak şöyle dursun, tersine, şiirin güzelliği bakımından çok gereklidir.Kısaca şiir, çeşitli yorumlara elverişli bir genişlik ve kapsamda olmalıdır. Bir şiirin anlamı, başka bir anlam olmaya elverişli oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da anlamını katar ve böylece şiir, şairlerle insanlar arasında ortak bir etkilenme dili olmak derecesini kazanır. En zengin, en derin ve en etkili şiir, herkesin istediği yolda anlayacağı ve bundan dolayı da sonsuz duyarlılıkları kapsayacak bir genişlikte olanıdır.
Ahmet Haşim
TARTIŞMALAR
Azgın tartışmacılar da keşke, diğer söz suçluları gibi ceza görselerdi. Hep öfkenin alıp götürdüğü bu fikir çarpışmalarında, insanın etmediği kötülük kalmaz. İlkin fikirlere çatarız, sonra da insanlara...Tartışmada esas, karşımızdakinin düşüncesini çürütmek olduğu, herkes çürütüp çürütüldüğü için, tartışmanın sonunda olan şey, gerçekten büsbütün uzaklaşmaktadır. Onun için Platon, Devlet'inde akılca ve ruhça zayıf olanlara tartışmayı yasak etmiştir. Doğru dürüst adım atıp yürümesini bilmeyen bir insanla gerçeği aramaya çıkmanın anlamı var mı? Aradığımız şeyi bırakıp onu nasıl bir yoldan arayacağımızı düşünürsek ondan hiç de uzaklaşmış olmayız.Tartışma ile neye varılabilir? Biri doğuya gider, biri batıya; yolda rastladıkları ayrıntılara saplanır ve konudan ayrılırlar. Bir saat cenkleştikten sonra, neyi aradıklarını bilemez olurlar: Kimi konunun üstüne çıkmış, kimi altına inmiş, kimi de kenarında kalmıştır. Kimi bir kelimeye, bir benzerliğe takılır; kimi söylenene kulak bile vermeden bir şeyi tutturur ve yalnız kendi söylediklerini dinler. Başka biri de kendine güvenmediği için her şeyden kaçınır, hiçbir fikri kabul etmez; ta başından her şeyi karıştırır, yahut da söz kızışınca, büsbütün susar ve bir daha ağzını açmaz; bilgisizliğini küskünlüğünün altında saklar; mağrur bir küçümseme ya da budalaca bir alçak gönüllülükle tartışmadan kaçar. Bazısı yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı da yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı da yalnız sesinin ve ciğerinin gücüne dayanır. Bakarsınız birisi tutar kendine karşı dönüverir; başka biri kalkar ön sözler, yersiz hikayelerle kafa şişirir. Kimi vardır, sıkıştığını görünce karşısındakini susturup kaçırmak için düpedüz sövüp saymaya başlar ve Alman kavgası çıkarmaya çalışır. Başka bir türlüsü de vardır, konuya hiç bakmadan sizi bir sürü mantık çemberiyle, diyalektik oyunlarıyla kuşatıp boğmaya savaşır.Bütün toptancı hükümler çürük ve tehlikelidir.
Montaigne
YARINA İNANMAK
Sevgi, inanış, güven, acıma, saygı gibi varlığımızı ilgilendiren türlü insanlık duygularının bozulmadığı her devirde ve her yerde sanat ve edebiyat ciddiye alınmış, değer taşımıştır. Ciddiye alınmayan gerçek sanat hiçbir yerde gösterilemez. İkinci savaş sonrası kuşaklarına giren yazarların çoğu, ciddilikten yoksundur. Ünü ucuza mal etmek yüzünden çocuk denecek yaşta olanların bile ağıza alınmaz deyimlerle yüz kızartacak sözde şiirler düzmeye, iri iri laflar ederek eleştirmeler yazmaya kalkıştıklarını görmedik mi? Bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlının "dünya sanatında" diyerek eleştirmesine başladığını okuyunca dünyanın avuca sığacak kadar küçüldüğünü görerek içim burkulmuştu.Bizim bildiğimiz medeniyetler sanatı ve edebiyatıyla ölçülür. Eski Yunan medeniyetinden sanatını ve edebiyatını kaldırınız, geriye ne kalır? Yirminci yüzyıl Türk medeniyeti, her halde yukarıdaki anlatmaya çalıştığım bu çeşit eserlerle kurulmayacak. Şairlerimizin, eleştirmecilerimizin, bir kelime ile bütün yazarlarımızın çoğunlukça öteden beri takip ettikleri Fransız edebiyatı Dadaisme (Dadaizm)'den ve bir sürü "isme(izm)" ile biten türedilerinden mi ibarettir? Bunlardan kaçının adı hatıralarda kalmıştır? Ne şiirin, ne sanatın yenisi eskisi olur. Sadece sanat vardır. Hangi şiir Baudelaire'inkilerden daha şiirdir? Yeni kelimesini ağızlarından düşürmeyenler ya tükenmiş olanlar, ya da kendilerinde yaratma gücü bulunmayanlardır. Yenilik diye ortalığı bulandırmakla gerçek bir şey kazanılmaz. Bulanık suda balık avlandığı sanatta görülmemiştir. Gelecek günlere, yarına inanmayan toplumların yaşamayacakları gibi yarını, yani sürekliliği düşünerek yazmayanların, yazdıklarının yarın açısından sorumluluğunu taşımayanların yaşayamadıklarını tarih ve edebiyat tarihleri gösteriyor. Ama ne tarihin, ne de edebiyat tarihinin okunduğu var. Ölü doğmuş, iddialı sanat ve edebiyat eserlerinin tarihi yazılsa ciltler yetmeyecek.Ben, sanatı ve edebiyatı insan varlığının en kutsal yaratışlarından biri sayarım. Gerçek sanat eserlerinin de, yarına geçecek değerde olduğuna inanan sanatçıların ellerinden çıkmış olanlar arasında bulunacağına inanıyorum. Zaten bana bu satırları yazdıran da bu inanış oldu. Tabii yarını, geleceği masal sayanlar, günü gününe yaşamakla yetinenler, diledikleri gibi düşünüp yazarlar. Bu, onların bileceği iştir.
Suut Kemal Yetkin
YENİ ŞİİR
Yeni şiir başka, yeni şair başka... Yeni şiir dıştadır, yani bugün yeni şiir denilen şey, dış bakımdan eski şiire benzemeyen şeydir: değişik kalıpta; ama öz değişmemiş olabilir. Yeni şair ise şiire, kendisinden önce gelenlerin eserlerinde bulunmayan bir öz getirmiş olan adamdır. Onun şiiri dıştan bakılınca, eski şiire tıpkı benzeyebilir. Nedin de Baki gibi, Naili gibi gazeller, kasideler yazar, hem de hep o konular üzerinde yazar. Ama içten bakınca onun şiirinin Baki'nin şiirinden, Naili'nin şiirinden apayrı olduğunu görürsünüz: "Bu söz Nedim'in sözüdür" dedirten bir hali vardır. Galip için de bunları söyleyebiliriz. Nedim ile Galip edebiyatımızda birer yeni şairdir, bütün büyük şairler birer yeni şairdir. Yeni şairin başlıca vasfı eskimemektir. Nedim eskiyemez, Galip eskiyemez. Villon, Hugo, Rimbaud eskiyemezler. Yahya Kemal eskiyemez (yani ben onun yeni bir şair olduğuna, yeni bir şair olduğu için de eskiyemeyeceğine inanıyorum.)Yeni şiir ise eskidir. Bir zamanlar gazel yazmak da elbette yeni, yepyeni, züppelik sayılacak bir şey olmuştur; aradan yıllar geçip de herkes alışınca gazel yazmak eskimiştir. Vezinsiz, kafiyesiz şiir yazmak elli yıl sürerse, o çeşit şiirlere ama bizim için eski bir aşinadır. Bir de İstanbul'un bizim çocukluğumuzdaki bir tahtası kalmadı. Edebiyat-ı Cedide bize ne kadar köhne geliyor...Böyle söylemekle yeni şiiri, vezinsiz, kafiyesiz şiiri kötülemek mi istiyorum? Hayır, onu ne kadar sevdiğimi yıllarca söyledim durdum. Şairin keyfine karışmam: Vezni, kafiyeyi ister kullanır, ister kullanmaz. Ama bir şiiri vezinsiz kafiyesizdir diye ille yeni bulanlardan da değilim.Vezin, kafiye dış kalıplardır. Bir dış kalıp olduğu gibi bir de iç kalıp vardır. Bugünkü şairlerimizi incelediğimiz zaman bulduğumuz ortak vasıflar iç kalıptır. Dış kalıp nasıl eskirse iç kalıp da öylece eskir. Diyelim ki bugünkü şiirin, genç şiirin başlıca vasfı, bazı kimselerin söyledikleri gibi yaşamak sevgisi, yaşamaktan duyulan hazdır. Gün gelir, bu konudan bezilir, yaşamaktan duyulan hazzı söylemek eskir. Öyle ise yaşamak hazzı, bugünkü şiirin iç kalıbıdır: vezinsizliği kafiyesizliği gibi onun üzerinde de çok durmaya değmez. Yarın eskiyecek bir yenilikten bana ne? Ben ona yenilik dersem bundan yüz yıl sonra gelecek insanlar: "Şuna da bak! Bu kadar eski bir şeye yeni diyorlar!" demezler mi? Benim bugün yeni sayacağım şey, bundan beş yüz yıl, bin yıl sonra da yeni gözükmelidir.Gerek bugün, gerek bundan bin yıl sonra yeni gözükecek şey ise ancak bir şairin, bir sanat adamının kişiliği, kendinden başka kimsede bulunmayan vasfıdır. Yeni şair Homeros, yeni yazar Montaigne...O yenilik eskimediği gibi ona benzemek de kimsenin elinden gelmez.Bir şairin, bir sanat adamının nasıl değeri herkesten başka olmasında, kimseye benzememesindedir demek istiyorum? Şair, sanat adamı bana hiç benzemiyorsa, yalnız kendini söyleyip de beni söylemiyorsa ondan bana ne? Ben bir sanat eserinde kendi sevinçlerimi, kendi acılarımı görmeliyim ki ona ilgi gösterebileyim, onu anlayabileyim. Yoksa bana büsbütün yabancı kalır. Onun karşısında bir şaşkınlık duyabilirim, ama sevemem, kendi hayatıma karıştıramam.Hayır, bir sanat adamının kişiliği herkesten başka olmasında değil, herkesle bir olmasındadır. Yalnız kendisinde bulunan bir şeyi söyler, ama onu söyleyen bütün insanları söyler. Yalnız kendine vergi olan bir söyleyişi vardır ki, onda her insan, küçük büyük her insan kendini bulabilir. Yeni şair: "Malumdur benim suhanım mahlas istemez" diyebilen, bunu haklı olarak söyleyebilen adamdır; ama bu: "Benim şiirimde yalnız ben varım" demek değildir: "Benim şiirimde bütün insanlık vardır, ama bunu ancak ben böyle söyler, sezdirebilirim" demektir.Öyle ise yeni şair, yeni sanat adamı insanda, kendisinden önce bilinmeyen birtakım duygular bulan, yahut o duyguları yaratan kişi midir? Hayır, hiçbir sanat adamı insanlıkta yeni bir duygu bulmaz, yeni bir duygu yaratmaz. Zaten var olan duyguları söyler. Ancak öyle söyler ki biz o duyguların, o şairin söylediğinden başka türlü söylenemeyeceğini, o şairin o duygulara en uygun deyişi bulduğunu sanırız. Yeni şair, eskimeyen, ölmeyen yeni şair, bir dil arasından insanlara kendilerini en iyi anlatacak, sezdirecek şekiller bulmuş olan adamdır.

Nurullah Ataç


Karnâme
«Mevsimin ilk karı düşüyor toprağa. Tâne tâne, lapa lapa…Gökyüzü, kararnâme hükmünde yeryüzüne iniyor yavaş yavaş…Dumanlı bir âh gibi döne döne sokağa inen karların yolu, ara sıra buzlu camlara düşüyor. Yıllardır şitâiyyelerde bekleyeduran harfler, camlara tutunuyor bir bir. Nağmeli bir nâme gibi…Kar yağıyor. Ben…Her bir kar tânesinin intihar ettiğini ve toplu intiharların ilk defa bir mekânı süslediğini, ölümün dünyâ denen bu mezârı ne denli güzelleştirdiğini keşfettiğim bu ânda ben, cam kenarında elimde sıcak bir kahve ile âlemi temâşâ ediyorum. Karacaoğlan’dan bir şiir takılıyor dilime: İncecikten bir kar yağarTozar Elif Elif diyeLapa lapa yağan kar, ara sıra şekil değiştiriyor; semâdan arza çizgi çizgi inerek adetâ toprağı deliyor. Kar, çizgi çizgi hâliyle bir Elif sûretine bürünüyor ve yüreğimi şerhâ şerhâ parçalıyor. Ben…Nihayetinde dünyâ sayfalarında tek başına bekleyen, hiçbir harfle birleşmeyen Elif yalnızlığımı pencere önünden sıyırıp kendimi kardan Eliflerin kucağına bırakıyorum. Kalabalıklar arasındaki yalnızı oynuyorum. Kimse bilmiyor, insanlarla bir arada iken okyanusun ortasında bir ada yalnızlığı yaşıyorum. Kar ve ada…Havada kanadından tutunduğum karların şimdi hepsi kar/ada…Karada kolundan tuttuğum kardan adamların şimdi hepsi komada… Tenime tek tek dokunuyor ilk kar. Bilinçsizce arıyorken yolumu; bilmiyorken sağımı, solumu…Bir kutup yıldızı parlaklığıyla önüme düşüyor kar. Rüyâ gibi, düş gibi…Karlar yoluma düştükçe benim yollara düşkünlüğüm düşüyor da aklıma, kendi gözümden yine kendim düşüyorum bir gözyaşı damlasıyla. Kar yağıyor, üşüyorum. Başıma beyaz kuşlar gibi üşüşen karı düşünüyorum. Böyle kara kara düşünürken, bir ân kendimi Cenap Şahabeddin’in şiirinde uçan kuş gibi düşlüyorum: Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş, Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi karGeçen eyyâm-ı nev-bahârı arar. Başımı kaldırıp uzun uzun baktığım ânda havaya…Birbirine değmeden inen kar tânelerinin verdiği hayretle ellerimi uzattığım ân o boşluğa. O devâsâ, o muammâ boşluğa…A. Muhip Dıranas’ın sesini duyuyorum âdeta: Kardır yağan üstümüze geceden, Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, Ormanın uğultusuyla birlikte Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte Kar yağıyor üstümüze, inceden.Kar yağıyorken üstümüze inceden, ben karların geldikleri yere dönmediklerini görüyorum. Karlar eriyor, karlar suya çevriliyor. Oysa karlar eridikçe ölen ben oluyorum. Karlar bütün intiharlarını benim içimde ediyor. Derûnuma öyle bir kar yağıyor ki zehr-i beyaz; öyle bir kar yağıyor ki içime, rîze-i elmas…Kar yağıyor hâlâ. Mikâlin elinden dökülen karlar Azrâilce dokunuyor bedenime. Kefen niyetine…Kaldırımlara serilen karlar, kaldırımları kuşatan karlar beni de ihmâl etmiyor hani. Necip Fâzıl’ın ıslak kaldırımlara sımsıkı bürünmek istemesi gibi, kefenvârî karlara boydan boya uzanmak istiyorum. Ve…Kar yağıyor hâlâ. Beyaz bir tüy gibi düşerken kar ve nakış nakış işlenirken kış, vakit akşam oluyor. Soğuk ve donuk bir bakış gibi iniyor gece. Oysa, kimse bilmiyor; uyku, puslu bir buğunun esiri. Ninni, ancak buz tutmuş bir şiirin melodisi. Bir kez daha sesini işitiyorum Dıranas’ın: Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam! Uyandırmayın beni, uyanamam. Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına, Allah aşkına, gök, deniz aşkına Yağsın kar üstümüze buram buram...Üstüme buram buram yağan karı seyrediyor ve gökyüzünün yaprak dökümüne şahit oluyorum. Noktaların sırrı, kara karışıp da geliyor. Elifba’lardan süzülen mürekkep damlaları kilometreleri aşıp da geliyor. Noktalar nota nota yağıyorken üzerime; kış, kente en asûde bestesini sunuyor. Yahyâ Kemâl’in dilinden: Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu; Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu. Ey kış, ey karnâmenin en beyaz sayfası! Hani karın en güzel çiçeği kardelen, boyun büker ya kara. Yakara yakara iki büklüm kalsam ve ben de bir vav olsam dünyâ sayfasında. Elif yalnızlığımdan sonra bir vav olsam. Hani secde eder gibi, hani anne karnındaki cenin gibi…Hani vahdâniyeti bilmiş ve huzura ermiş gibi…Kar altında kalan ve toprağa bakan bir kardelen gibi, ey kış! Kar yağıyor hâlâ… Kar yağıyor… Kar… K a r

Hiç yorum yok: