5 Şubat 2008 Salı

gezi yazısı ve örnek

GEZİ YAZILARI
Gezi Yazılarının Tanımı ve Niteliği
Bir yazarın gezdiği, gördüğü ve incelediği yerlerden edindiği bilgi, görgü ve izlenimleri yansıtan yazıya ‘gezi yazısı’ denir.
Gezi yazılarında yalnız gezilip görülen yerlerin doğal özelliklerinin belirtilmesiyle yetinilmez. O yerlerdeki insanların gelenek, görenek ve zevkleri de tanıtılmaya çalışılır. Doğru bilgi ve gözlemlere dayalı gezi yazıları tarih, coğrafya, toplumbilim gibi bilim dalları için de yararlı bir kaynak olarak değerlendirilebilir. Bu tür yazılar ayrıca okurların genel kültürlerini geliştirmede önemli bir rol oynar.
İnsanlar, kendi yakın çevreleri dışında olup bitenleri öğrenmek isterler. kitaplarda okudukları, haritada gördükleri kıta, ülke veya kentlerde yaşayan insanların gelenek ve göreneklerini merak ederler. görmeyi hayal ettikleri yerleri, usta yazarların aracılığıyla tanımaktan,’gezer gibi olmaktan’ zevk duyarlar.kendisi de gezi türünde eser vermiş olan Ahmet Haşim bu duyguyu şöyle dile getirir,’…seyahatname okumanın tadını öteden beri bilirim.bütün çocukluğum onları okumakla geçti.kış geceleri dışarıda rüzgar olurken,bir gaz lambasının ışığını gözbebeklerimde iki altın nokta gibi taşıyarak zengin bir ateş karşısında,rahat bir koltukta okuduğum o Afrika ve Amerika seyahatnamelerinin masum ve namuslu üslubundan aldığım tadı bana pek az edebiyat eseri verebilmiştir.’(Bize Göre,Gurebahane-i Laklakan,Frankfurt Seyahatnamesi,s.70)
Gezi yazıları gerçekten yaşanmış bir hayat kesiminin ürünüdür. Bu tür yazıların ağır basan yönü, anlatılanların dikkatli bir gözleme dayanmış olmasıdır. Yazar, şüphesiz, gördüklerini anlatırken anılarından söz edebilir, birtakım yazılı veya sözel kaynaklardan yararlanabilir, karşılaştırmalar ve çözümlemeler yapabilir. Ancak tüm bu çabaların keskin ve sağlam bir gözlem gücünden kaynaklanması şarttır. Biz buna ‘görmesini bilme yeteneği’ de diyebiliriz.
Gezi yazarları, uzun bir süre, daha çok insanların hiç gezip görme imkânı bulamadıkları ülkeleri, bölge ve kentleri tanıtma amacı gütmüşlerdir. Kutuplar, Afrika’nın balta girmemiş ormanları ile Orta Asya, Güney Amerika gibi kıtalarda yaşayan insan topluluklarının ilginç yaşayış biçimlerini tanıtan gezi yazılarının yanında New York, Tokyo, Paris, Londra gibi büyük şehirleri anlatan yazılara da rastlanmaktadır.
Bir gezi yazısının kendi türünde değerli olabilmesi, bazı nitelikler taşımasına bağlıdır. Bu niteliklerden biri, okuyucu için ilginç görünüm, durum veya olayları kapsayabilmesidir. İkinci nitelik, gezilen yerler ile görülen şeylerin dış görünüşünden çok öze inen ve insanların iç dünyalarını yansıtan hususları gözler önüne serebilmesidir. Üçüncü nitelik ise görülen yerler ve insanları, edinilen izlenimleri yalın, sürükleyici ve renkli bir dille anlatabilmesidir.
Gezi yazılarını, ele alınan konular ve anlatım bakımından ‘anı’ ve ‘röportaj’ türünden yazılara benzer bazı yönleri bulunur. Çünkü gezi, anı ve röportaj diye adlandırılan yazılar geniş ölçüde yazarın gözlem, izlenim ve yorumlarına dayanır. Bu nedenle bu türlerde yazılmış eserleri bir sınıflamaya tabi tutmak bazen güçtür. Bununla birlikte, her üç türün de birtakım ayırıcı özellikleri vardır. İyi bir okur bu özellikleri bilir veya belirlemede güçlük çekmez.
Gezi Türünün Gelişimi
Gezi türünün uzun bir geçmişi vardır. Bu günkü tanımına ve niteliğine tam uymasa da çok eski çağlarda gezi türünden sayılabilecek örneklerin bulunduğu bilinmektedir. Eski Yunanistan’dan başlayarak günümüze kadar çeşitli ülkelerden birçok gezgin, elçi, şair ve yazar gezip gördükleri yerleri anlatan eserler meydana getirmişlerdir.
Başka ülkelere yapılan yolculuklarla ilgili ilk gezi yazılarına örnek olmak üzere M.S. 448’de Hun hükümdarı Atilla’ya gönderilen elçilik heyetinde görevli tarihçi Priskosun eseri ile M.S. 568 de Kilikyalı Zemarkhos’un Göktürkler ülkesinde Bizans İmparatorluğu elçisi iken tuttuğu notları gösterebiliriz.
İranlı şair ve din adamı Nasır Hüsrev ‘in hac maksadıyla yaptığı Mekke gezisini ve bu arada Mısır ve Anadolu’nun doğusunda gördüklerini anlatan ‘sefername’ adlı eserini de ilk gezi kitapları arasında sayabiliriz.
Gezi türünün ilk önemli eselerini verenlerin başında şüphesiz Venedikli ünlü gezgin Marco Polo ile yine ünlü Arap gezgini İbn-i Batuta’yı anmamız gerekir.
Marco Polo, Yakın Doğu ve Orta Asya ülkelerini kapsayan uzun bir yolculuğa çıkmış ve bu yolculuğunda gezip gördüğü yerleri anlatan bir eser yazmıştır. Birçok dile çevrilen bu eser gezi edebiyatının ilk klasik örneklerinden biri sayılır. Arap gezgini İbn Batuta da Anadolu, Harezm, Maveraünnehir ve Horasan’ı dolaşarak oralarda yaşayan Türklerin teknik ve toplumsal özelliklerini anlatan bir kitap yazmıştır.
Önceleri daha çok tarihçilerin ilgi gösterdikleri bu eserler, sonradan edebiyatçıların da dikkatini çekmiştir. Ele alınan konular, kullanılan dil, yazarların gözlem ve anlatım özellikleri bakımından gezi yazı ve kitapları artık edebiyatın bir kolu, bir başka deyişle bir yazı türü özelliği kazanmıştır.
Gezi Yazılarının Çeşitleri
Gezi yazılarını, yolculuk yapılan yer bakımından ikiye ayırmak mümkündür: yurtiçi gezi yazıları ve yurt dışı gezi yazıları…
Yurtiçi gezi yazıları, bir yazarın herhangi bir amaçla kendi ülkesinde yaptığı bir yolculuk sırasında gezip gördüğü yerleri ve edindiği izlenimleri anlattığı yazılardır. Bu tür gezi yazılarına, Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu Notlarını gösterebiliriz.
Yurtdışı gezi yazıları ise bir yazarın kendi ülkesi dışında yaptığı gezi ve incelemelerinin bir ürünüdür. Bu tür gezi yazısına da Falih Rıfkı Atay’ın Deniz Aşırı adlı eseri örnek olarak gösterebiliriz.
Gezi yazılarını, gezi türünde eser veren kimselerin durumları bakımından da ikiye ayırabiliriz: uğraşları yazarlık olan kimselerin kalemlerinden çıkan gezi yazıları, uğraşları yazarlık olmayan kimselerin ortaya koyduğu gezi yazıları.
Yazarlığı bir meslek olarak benimsemiş kimselerin eserlerinde gezilen görülen yerler, değinilen konular, insanlarla ilgili gözlemler yazı sanatının birçok özelliğini yansıtan renkli bir dille anlatılır.
İkinci kategoriye giren yazılar, genellikle yazarlıkla ilgili olmayan, fakat yurt içinde veya dışında bazı yerleri görmek üzere geziye çıkanların veya geçici görevlerle yabancı bir ülkede oturanların kaleme aldıkları yazılardır. Bu gibi kimselerin eserlerinde anlatım kuru ve renksiz olabilir. Ancak bu tür eserlerde bazen çok ilginç gözlemlere, sağlam bilgilere ve mantıklı yorumlara rastlayabiliriz. Örneğin ünlü Türk denizcisi Piri Reis’in Bahriye adlı kitabı bu bakımdan ilginçtir. Bu kitap Akdeniz’i çevreleyen karalar, ormanlar, dağlar, kentler üzerinde verdiği bilgilerle hem bir deniz atlası, hem de bir gezi kitabı niteliği taşır.
Gezi yazılarını amaç ve yazılış bakımından da üçe ayırmak mümkündür: günü gününe alınmış notlara dayalı gezi yazıları, mektup biçiminde yazılan gezi yazıları ve bir ülkeyi daha nesnel ve derinlemesine tanıtmayı amaçlayan gezi yazıları.
Kimi yazarlar, gezip gördükleri yerleri günü gününe veya aralıklı olarak tuttukları notlarla anlatırlar. Bu gibi gezi yazıları çoğu kez anı türünün de özelliklerini taşır. Bu çeşit gezi yazılarına Burhan Arpad’ın Gezi Günlüğü adlı eseri örnek olabilir.
Kimi yazarlar da gezi izlenimlerini belli aralıklarla arkadaşlarına yazdıkları mektuplarda anlatırlar. Bu gibi gezi yazılarında mektup türünün hemen hemen her özelliğini görebiliriz. Bu çeşit gezi yazılarına Celaleddin Ezine’nin Amerika Mektupları örnek olarak gösterebiliriz.
Üçüncü tür gezi yazıları, yazarın kişisel gözlemleri yanında daha başka bilgi ve belgelere dayalı tasvir ve yorumları içerir. Örneğin Falih Rıfkı Atay’ın gezi kitapları genellikle bu biçimde yazılmış eserlerdir.
Türk Edebiyatında Gezi Yazıları
Bugünkü bilgilerimize göre Türkçe yazılan ilk gezi kitabı, tanınmış denizcilerimizden Seydi Ali Reis’in Miratül-Memalik adlı eseridir. Eser Portekizlilere karşı savaşırken Hint denizinde fırtınaya yakalanıp Gücerat’ta karaya çıkan Seydi Ali Reis’in Hindistan, Afganistan, Buhara ve Maveraünnehir yoluyla Edirne’ye dönüşü sırasında başından geçen serüvenleri kapsar.
Ünlü bilginlerimizden Kâtip Çelebi’nin Cihannüma adlı eseri de gezi yazılarında rastlanan birtakım özellikleri içermektedir. Kâtip Çelebi, Osmanlı ülkesinin birçok yerini dolaşmış ve eserinde gördüğü bu yerlerle ilgili ayrıntılı bilgiler vermiştir.
Edebiyatımızda gezi türünde ilk büyük ve önemli eserin yazarı Evliya Çelebi’dir. Tarih-i Seyyah adını taşıyan on ciltlik eserinde Evliya Çelebi, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde ve dışında gezip gördüğü yerleri anlatır. Bu yerler arasında Bursa, İzmir, Trabzon gibi şehirlerimiz yanında Avusturya, Hicaz, Mısır, Habeşistan ve Dağıstan gibi yabancı ülkeler de bulunmaktadır. Evliya Çelebi’nin gezi kitabından XVII. Yy. toplumumuzun zengin kültür özelliklerini öğrenmek mümkündür. Anlatımdaki sadelik, içtenlik ve söyleşi havası da eser için ayrı bir üstünlük sayılır.
XVII. yy’da Hac yolculuklarını anlatan bir takım gezi kitapları ile birlikte Avrupa ve Yakın Doğu ülkelerine gönderilen elçilerimizi yazdıkları “sefaretname”leri de birer gezi eseri sayabiliriz. Bu eserler arasında gezi türünün özelliklerini en belirgin biçimde taşıyanı Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi’dir. Yazar bu eserinde Lale Devri’nde Fransa’da elçilik yaparken gördüklerini tatlı bir dille anlatmıştır.
Edebiyatımızda gezi türünden yazılara ilginin arttığını daha çok XIX. yy’da görüyoruz. Bir takım denizcilerimizin, ülke dışındaki Müslümanların eğitilmesi için görevlendirilmiş din adamlarımızın ve gezginlerimizin görevle ve ya kendi istekleri ile gezip gördükleri yerleri anlatan eserlerini burada anmak gerekir. Bu eserlerde Orta Asya, Uzak Doğu, Afrika, Güney Amerika üzerinde ilginç gözlem ve izlenimlere dayalı bilgiler sergilenmiş bulunmaktadır.
Tanzimat’tan Sonraki Gelişmeler
XIX. yy’nin sonlarında yayımlanan ve gerçek bir gezi yazısı niteliği taşıyan eser Ahmet Mithat Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelan adlı kitabı olmuştur. Yazar bu eserinde İstanbul’dan Stockholm’e kadar yaptığı tren yolculuğuna ve dönüşünde uğradığı birçok Avrupa kentlerine ilişkin gözlem ve izlenimlerini anlatır. Ali bey’in Seyahat Jurnali adlı kitabı da bu yüzyılın önemli gezi eserleri arasında sayılır.
1908’den sonra gezi türünden eserlerin sayısında önemli bir gelişme görülmektedir. Bunda okur sayısının artışı yanında yabancı gezi kitaplarının Türkçeye çevrilmesinin etkisi büyük olmuştur. Bu dönemin tanınmış şair ve yazarlarından Cenap Şehabettin’in Hicaz yolculuğunu anlatan Hac Yolunda Suriye ve Irak’tan söz eden Afak-ı Irak ve bir Avrupa gezisinde gördüklerini yansıtan Avrupa Mektupları adlı eserlerini Türkçe gezi türünün başarılı örnekleri arasında gösterebiliriz.
Cumhuriyet Döneminde ve Günümüzde Gezi Yazıları
Cumhuriyet döneminde edebiyatımızda gezi türünde nicelik ve nitelik yönünden büyük bir ilerleme sağlanmıştır. Bu dönemin tanınmış gezi yazarları arasında önce Falih Rıfkı Atay’ı anmamız gerekir. Atay’ın Denizaşırı, Taymıs Kıyıları, Bizim Akdeniz, Tuna Kıyıları, Hind, Yolcu Defteri, Gezerek Gördüklerim ele alınan konular ile gerek gözlem gerekse anlatım ustalığı bakımından ilginç ve değerli eserlerdir.
Cumhuriyet döneminde gezi türünde eser veren diğer yazarlar arasında İstanbul’dan Londra’ya Şileple Yolculuk ve Akdenizde Bir Yaz Gezintisi adlı kitaplarıyla Saik Sabri Duran’ı, Finlandiya adlı kitabıyla Şükufe Nihal’i, Bir Vagon Penceresinden ve Ankara-Bükreş adlı kitaplarıyla Sadri Ertem’i, Tuna’dan Batıya ve Anadolu Notları adlı iki ciltlik kitabıyla Reşat Nuri Güntekin’i, Anadolu Manzaraları adlı kitabıyla Hikmet Birand’ı, Gezi Günlüğü ve Avusturya Günlüğü adlı kitaplarıyla Burhan Arpad’ı sayabiliriz.
Son yıllarda gezi edebiyatımız yeni eserlerde daha da zenginleşmiştir. Yabancı ülkelerle kültürel ilişkilerin artması ve bireysel gezi imkanlarının çoğalması sonucu olarak bu türde eser yazanları sayısında da bir artış görülmektedir.
Günümüz yazarları arasında gezi yazı ve kitaparıyla ün yapmış olanlar arasında Mavi Yolculuk ve Mavi Anadolu isimli eserleriyle Azra Erhat’ı, Düşsem Yollara Yollara adlı eseriyle Haldun Taner’i, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, Macaristan adlı eseriyle Melih Cevdet Anday’ı, Sam Amcanın Evinde ve Bir Garip Ada adlı eserleriyle Badii Faik Akın’ı, Canım Anadolu adlı eseriyle Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu, Şu Bizim Rumeli adlı eseriyle Yılmaz Çetiner’i ve Almanya Beyleri İle Portekiz’in Bahçeleri adlı eseriyle Nevzat Üstün’ü sayabiliriz.
Gezi (Seyahat) Yazısı
Gezilip görülen yerlerin, tarihi,coğrafi,ekonomik ve kültürel özelliklerini anlatan yazılara Gezi yazısı denir.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi örnek olarak verilebilir.
Yazarların yurt içinde veya yurt dışında yaptıkları gezilerde, gördüklerini anlattıkları edebî eserlerin ortak adı. Bu eserlerde yazarlar, gezip gördükleri yerlerdeki insanların bütününün veya belli bir kesimin yaşayışını, gelenek ve göreneklerini, dikkatlerini çeken ve okuyucuların da ilgi duyacaklarına inandıkları özelliklerini anlatmaya çalışırlar.
Seyahatname veya bu mânâyı taşıyan bir başka isim altında kaleme alınmış eserlerden başka pek çok sefâretnâme, tarihî, coğrafî konularda yazılmış pek çok eser, bütünü ile olmasa da seyahatname özelliği gösteren bölümler taşırlar.
Seyahatnameler, yazarların sadece gezip görmek ihtiyacından doğan eserler değildir. Çeşitli savaşlar, ziyaretler, görevle başka ülkelere gönderilen memurların yolculukları, bu yolla tanınan başka şehir, ülke ve insanlar, bu tür eserlerin yazılmasını hazırlayan önemli sebepler arasında sayılır.
Bir eserin seyahatname olarak kabul edilmesi için onda mutlaka gezilip görülen bir başka şehrin ve ülkenin anlatılmış olması gerekmez, içinde yaşanılan şehrin bütün özelliklerini anlatan eserler de zamanla ve toplumdaki değişmelere bağlı olarak seyahatnameler arasına alınır. Evliya Çelebi'nin eseri olan Seyahatnâme'nin birinci cildi, her yönü ile sadece İstanbul'u anlatır. Ruşen Eşref Ünaydın, İstanbul üzerine yazdıkları ile daha sağlığında "istanbul Seyyahı" olarak isim yaptı. Türk edebiyatında seyahatname türünde kaleme alınmış en büyük eser, Evliya Çelebi'nin on cilt olarak yazdığı Seyahatnâme'dir. 3u eser dünyada, bu türde yazılmış bütün eserlerle boy ölçüşebilecek bir mükemmelliğe sahiptir. Ayrıca Şeydi Ali Reis'in Mir'âtü'l - Memâlik (Ülkelerden Manzaralar) Nâbi'nin Tuhfetü'l-Harameyn, İzzet Molla'nın Mihnet - Keşan adlı eserlerini, Tanzimat'tan önceki devrede yazılmış Seyahatnameler arasında sayabiliriz. Tanzimat'tan sonra ve özellikle Cumhuriyet'ten bu yana bu türde verilen eserlerin sayıları çok artmıştır.

Gezi yazısı, yurt içine veya yurt dışına yapılan gezilerde gezilip görülen yerlerin anlatmaya değer ilginç yönlerinin kaleme alındığı edebî yazıdır. Ancak gezi yazısı yapan kişinin ele aldığı yer hakkında bir takım bilgilere sahip olması gerekir.Gezi yazılarında gezginin dikkatini çeken ve farklı bir özellik gösteren insanlar, tarihî ve tabiî güzellikler, farklı kültürler gibi konular güncel olaylarla da bütünleştirilerek edebî bir üslûpla anlatılır.Günümüzün (ulaşım, haberleşme, radyo, televizyon, bilgisayar, internet gibi) teknik imkânları gezi yazılarının önemini ve ilginçliğini kısmen de olsa azaltmakla birlikte tarihî değeri olan seyahatnameler hâlâ önemini koru­maktadır.Gezi yazısının maddeleri:Gezi yazısı görülen yerlerin güzellikleri hakkında duygu ve düşünce içerebilir. Gezi yazıları, bir yazarın gezdiği, gördüğü yerlerden edindiği izlenim ve bilgileri ele alan yazı türüdür. Bu yazı türünde gezilip görülerek yaşanan yerlerin doğal, ekonomik, tarihsel ve turistik özellikleri; yaşam biçimleri, inanç, gelenek ve görenekleri anlatılır. Gezi yazıları anlatılan yerleri görme özlemini bir ölçüde karşıladığından çok sevilen edebiyat türlerinden biridir. Bir yazarın gezip gördüğü yerlerden edindiği izlenim ve bilgileri aktardığı yazılardır. Gezi yazılarında gezilen yerlerin sadece doğal güzellikleri değil, tarihi gelenekleri ve zevkleriyle ilgili bilgiler de verilir. Bu nedenle gezi yazıları toplumbilim ve birçok bilim dalı için kaynak niteliği taşır. Anlatılanlar hayal ürünü değil gerçektir. Gezi yazıları kuvvetli bir gözlem gücüne dayanır.Venedikli tacir makro Polo ve Arap gezgin İbn-i Batuta gezi yazısının dünya edebiyatındaki önemli temsilcileridir. Türk edebiyatında ise Babür Şah’ın Babürname’si, Seydi Ali Reis’in Mir’atü’l-Memalik’i, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si ve 28 Mehmet Çelebi’nin Sefaretname’si bu türün ilk önemli eserleri sayılırlar. Tanzimat’tan sonra Ahmet Mithat ( Avrupa’da Bir Cevelan ), Cenap Şehabettin ( Hac Yolunda ), Ahmet Haşim ( Frankfurt Seyahatnamesi ), Falih Rıfkı Atay ( Taymis Kıyıları , Bizim Akdeniz, Denizaşırı ) ve R. Nuri Güntekin ( Anadolu Notları ) gezi türünde eser veren önemli sanatçılardır.yasananların gercek oldugundan tarıhe yazılı bır ornek olarak gösterilebilirÖrnek Gezi Yazısı Van'dan Ağrı'ya Yolculuk / Haldun AydıngünGeçen yıl Temmuz ayı yaklaşırken olağan yıllık yaz tatili farizemizi Van Gölü ve çevresinde ifa etmeye karar vermiştik. Bu kararımızı almamızda yörede kazı yapmakta olan dostlarımızın daveti de oldukça etkili olmuştu.Uçakla keyifle giderken altımızdan yavaş yavaş geçen coğrafyayı ilgiyle izliyordum. Eşim bir şeyler mırıldanıp kalktı. Uçaklarda yerinden kalkan bir insanın gideceği çok fazla bir seçenek olmadığını düşünüp aşağıları seyretmeye devam ediyordum ki, omzuma dokunan nazik bir elle irkildim. Üzerime eğilmiş nazik kabin görevlisinin dediğine göre kaptan pilot beni çağırıyormuş. Emektar Boeing 727'nin şimdiki uçaklara göre çok daha geniş olan pilot kabinin en arka Van kalesi koltuğuna otururken Kaptan pilot yerinden kalkmadan elini bana uzatıyor, Eşim de bizi tanıştırıyordu. Van gölünün üzerinde tatlı bir dönüş yaparak şehire yaklaşıyorduk. Van gölü son yıllarda yükseldiğinden bu tür görüntülere gittikçe daha çok rastlanmakta.Gezimizin Van'ın dışında kalan bölümleri için tanıdıklar aracılığıyla bir araba tutmamız önerilmiş, kararlaştırılmış ve hatta ayarlanmıştı. Sahibi de aracını yıkayıp getirmişti. Yurt dışında birden fazla kez araç kiralamış birinin refleksleriyle hemen bagajı açıp, stepneyi ve diğer alet edevatı kontrol ettim. Hepsi tamamdı. Aracın ruhsatını elime alınca üçüncü bir şahısın adıyla karşılaştım. Ruhsatın kılıfına katlanıp konmuş bol imzalı ve el yazılı bir sözleşmede de dördüncü bir şahsa yapılan bir satıştan söz ediliyordu. Ben ise sadece araç sahibini bize tanıştıran ikinci şahısı biliyordum. Araç sahibi (şimdi bu espriyi iyice sulandırmak için beşinci şahıs diye adlandıracağım) ise bir türlü adını bahşetmiyordu. Tofaş'ın meşhur kuş sınıfından otomobilin normal kaskosu yoktu, zorunlu trafik sigortası ise bir yıl önce hitama ermişti. ""Kimse bakmaz, merak etme."" Sözleri yeterince inandırıcı geldi ki, keyifle arabamıza atlayıp, Van Gölünün en kuzeyindeki Erciş'e doğru yola çıktık. Daha şehri tam terk etmeden yol aramasıyla karşılaşıp durduk. Sonra bir daha durduk, sonra bir daha. Bir yerlerde inip, kimliğimizi yol kenarındaki bir kulübeye yazdırdık. Sanırım başka bir yerde, ""Daha çok arama var mı?"" diye sorunca, çocuk yüzlü asker ""ıki tane daha var, sonra konvoya gireceksiniz."" dedi. ıçimden ana avrat, dışımdan ise mantıklı dozda küfürler ediyordum. (Nedense Ankara'da düzeyli bir eğitim almış eşim, kibar erkeklerin küfür etmelerini, elle garip hareketler yapmalarını fazla hoş karşılamıyor.) Konvoy işi canımı iyice sıkmıştı. Bu durum, gittiğimiz yörede risk faktörünün sandığımızın çok üzerinde olduğu anlamına geliyordu. Sinirimizi iyice bozmalarına karşın, yoldaki askeri aramaların hoş bir yanı da yok değildi. Hiç olmazsa bir kaç sözcük için bile olsa temiz ıstanbul türkçesi duyabiliyorduk. Erciş'i geçip, Tatvan'a dönünce ortam birden yumuşayıverdi. Asker aramalarından eser kalmamıştı. Bu iki anlama gelebilirdi, ya tehlike yoktu, ya da o kadar çoktu ki herkes kaçıp gitmişti. Böyle abuk subuk düşüncelerin pençesinde inlerken, birden Van gölünün güzelliği dikkatimizi çekti. Göl son derece hoş görünüyordu. ıyice yaklaştığımız Süphan dağı da harikaydı. Bundan yıllar önce yüksekliği yanlış olarak 4400 metre diye hesap edildiği için daha yakına kadar Türkiye'nin ikinci en yüksek dağı neresi diye, bilgi yarışmalarında soruluyordu. (şu andaki yüksekliği 4080 metre). Kıyıya sırtını dönmüş Adilcevaz'ı geçtikten 23 km sonra Ahlat'a geldik. Yer ayırtmış olduğumuz Selçuklu otelini bulmak zor olmadı, alışmak ise biraz uzun sürdü. Otel seksenli yıllardaki turizm patlamasının anısına yapılmış bir anıt gibi duruyordu. Aslına bakılırsa, şiddetli bir hayal kırıklığına uğramış bir tesis demek en doğrusu olacaktı.Günün son ışıklarından faydalanmak için mayomu giyip, çekine çekine önce lobiye, ardından da bahçeye indim. Yarı çıplak bir erkeğin nasıl karşılanacağını kestiremiyordum. Sonunda denize ulaşmıştım. Buradaki insanlar Van Gölüne ""Deniz"" diyorlar, siz de hemen alışıyorsunuz. Karşı kıyının hayal meyal göründüğü bu kadar büyük bir su kütlesi deniz denmeyi hak ediyor. Doğu gezimizin ruhsal temposu belli olmuştu. Bir an pişmanlık ummanında yüzerken, hemen ardından sevincin ve heyecanın doruklarına çıkıyorduk. Gölün içinde dolanırken .Sadece ne kadar harika bir yerde olduğumuzu düşünüyordum. Akşam yemeği için bahçenin gizli saklı bir köşesini seçtik. Eşimin oteldeki, hatta tüm Ahlat'taki tek kadın olma olasılığına karşı kendimce tedbirler alıyordum. Neyse ki modern tipli bir ana kız, ve sevgilisiyle geldiği izlenimi yaratan başka bir bayan, en azından benim içimdeki havayı yumuşattılar. Otelin sanırım tüm çevredeki kısa ve uzun süreli aşklara kol kanat geren bir misyonu vardı ve bu nedenle çok değerli olmalıydı. Bu terk edilmiş kovboy kasabasında, pardon! otelde yemek olarak ne olabilir ki diye düşünürken, gelen balıkların nerdeyse içine düşüyorduk. Ayrıca bira buz gibi, mezeler çok lezzetli, garson son derece saygılıydı. ıki yolunu şaşırmış yolcu bundan başka ne isteyebilir ki deyip batan güneşin kızıllığında Van gölünü seyre daldık. ılk anından itibaren otel bizi şaşırtmaya devam ediyordu.Ahlat ilçesi Dünyanın en büyük Selçuklu mezarlığına sahip. Hemen yakın çevrede görülecek inanılmayacak sayıda yer var. Tarih ve gezme bilinciyle gözü dönmüş iki seyyah olarak sabahın köründe fırlayıp kendimizi o eserlerin arasına atacağımızı, yaz güneşi her yeri ezmeden, elde fotoğraf makinalarımız, en küçük renk nüanslarını yakalamaya çalışacağımızı sanırdınız değil mi?.. Keyifle uyandık. Bir süre balkonumuzdan masmavi gölün suyunu ve karşıdaki dağları seyrettik. Hemen ardında çatışmaların sürüp gittiği uğursuz dağlar buradan bakınca çok güzel görünüyorlardı. Ayrıca Ahlat'taki Selçuklu eserleri yüzlerce sene durduklarına göre biraz daha bekleyebilirlerdi. Mayolarımızı giyip kıyıya indik. 1700 metre yükseklikteki denizimizin serin ve kuru havasında güneşleniyor, kitap okuyor, garsonları her gördüğümüzde bir şeyler istiyorduk. Masamıza gele gide onlar da bize alışmaya başlamışlardı. Hatta gülümsedikleri bile oluyordu. Aslında Akdeniz kıyısındaki bir tatil yerine göre inanılmayacak kadar lüks içindeydik. Çünkü denizi kimseyle paylaşmıyorduk. Öğleden sonra dört sularında önce Ahlat Müzesini gezdik. Sevimli yapının küçüklüğünden içindekilerin değersiz olabilecekleri fikrine kapılabilirdiniz ama eşi benzeri olmayan, insan tasvirli Selçuklu kaplarını görünce fikriniz değişiyordu. Müze Müdürü Mehmet Yıldız'la tanıştık. Çevreyi birlikte dolaştık. Gençti ama altı yılını buralara vermişti, anlatacak çok şeyi vardı. Ahlat'ı Mehmet Bey'le dolaşırken sayıları düşünüyordum. Örneğin, Efes'teki Küretler caddesinde binlerce hemcinsimle birlikte aşağıya doğru yürürken hep ""mee! mee!"" diye bağırma ihtiyacı duyarım. Turizmin patladığı tüm ören yerlerinde de bu koyun hissiyatı yakamı bırakmaz. Burada ise bambaşkaydı. Kendimi saygın ve özel bir insan olarak görüyordum. Bu günlerde oralara çok az kişi gittiği için aklı başında görünen her gezgin önemliydi ve yerel halk tarafından hak ettiği ilgiyi fazlasıyla buluyordu.Akşam yemeği de kusursuz geçmişti ve bahçede hızla artan erkek nüfusundan cesaret alarak erkenden odamıza çekilmiştik ki ""O"" başladı. Bir an tüm bina yıkılıyor sandık. Koşup balkondan aşağı bakınca, güzel bir kadın siluetinden inanılmaz ölçüde detone, kart ve yüksek bir cayırtının çıktığını gördük. Canlı müzik diye yutturmaya çalıştıkları ""şeyin"" kalitesizliğini anlatmaya kelime bulamıyordum. Sıcağa rağmen balkonun kapısını kapattık. Yetmedi. Kulaklarımıza pamuklar tıkadık ve başımızı yastığın altına gömdük. Çare olmadı. Resepsiyona telefon ettik. Bize üzüntülerini belirttiler. Üç saatlik engizisyon uygulamasının sonunda gecenin sessizliği geri geldi. Bitkin bir şekilde balkona geri dönüp, dağılmakta olan müşterilere baktım. Ne söylediklerini anlayamıyordum ama çoğunluğu gençlerden oluşan ekibin gülüşlerindeki rahatlama elle tutulacak kadar belirliydi. Kim bilir beklide buraların koyu taassubunun içinde başka çareleri yoktu.24 Temmuz sabahı kahvaltı ve deniz banyomuzu aldıktan sonra doğuya doğru yola çıktık. Doğubeyazıt'a gidecektik. Erciş'ten sonra olağan askeri aramalar başladı ama biz artık kaşarlanmış olduğumuz için fazla etkilenmiyorduk. Muradiye'deki şelale ününü haklı gösterecek güzellikte olmasına karşın saplandığımız garip bir kilometre hırsından olsa gerek sadece üç kötü resim çekecek kadar durduk. Efsanevi Tendürek yanardağının yanından ve yer yer ıran sınırının bir kaç km uzağından geçip, Doğubeyazıt'a ulaştık. ılk izlenimimiz sonsuz bir hayal kırıklığı oldu. ıçinde tek bir metre bile asfalt yol olmayan (Yapılıyormuş!), belli bir merkezi bulunmayan bu ilçeye bir zamanlar ""Doğunun Paris'i"" derlermiş. Bence bu söz hem Doğu'ya hem de Paris'e yapılmış ciddi bir haksızlıktı. Yerimizi ayırttığımız Nuh Otel'i biraz aradıktan sonra bulup, Ağrı Dağı'na bakan 401 numaralı odaya yerleştik.Aslında onca yolu bir ömürdür takvimlerden tanıdığımız ıshak Paşa sarayını görmek için gelmiştik. Kasabanın kambur kumbur yollarında bir kaç kez döndükten sonra doğru yönü tespit ettik ve Saray'a yollandık. Buraların ruhsal havası Van'a göre biraz daha ağırdı. ıçimiz bir türlü huzurlu olamıyordu. Saray'ın hemen altındaki kampingi görünce ne yalan söyleyeyim gülümsemeden edemedim. Artık kim gelecek te buralarda çadır kuracaktı. Dönüşte aynı yolda yürüyen iki sırt çantalı yabancı genci görünce için için düşündüklerimden utandım.Saray, kapısından başlıyarak, bizi hiç alışık olmadığımız tarzda bir mimariye sokmuştu. Ne Sinan'ın camilerine ne de Romalı'ların tapınaklarına benziyordu. Salonların arasında dolaşırken pencerelerden aşağımızda uzayıp giden ovayı ve Doğubeyazıt'ı görüyorduk. Biraz öncesine kadar hissettiğimiz gerginlikten de eser kalmamıştı. Sarayın arkasında duran kafeterya'da ise Saray'ın en önemli görüntüsüyle karşılaştık. Hani hep o bildiğimiz ıshak Paşa Manzarası vardır ya, işte tam onun çekildiği noktaya bir tesis kurulmuştu. Balkonunda oturup, yarım saat kadar takvim manzaramıza baktık. ""ışte şimdi oradayım"" duygusunu daha yoğun hissetmek herhalde mümkün değildi.Günün ikinci etkinliği Nuh'un gemisinin ziyaretiydi. Otel sahibinin tanıştırdığı yerel bir turist rehberinin sözlerine kanıp yeniden Gürbulak sınır kapısına doğru yola çıktık. Günün son ışıkları vuruken yeniden otelimize dönmüştük. Terasa çıkıp Ağrı'yı seyrettik. Zirve civarındaki karlar yavaşça pembeye daha sonra da laciverte döndü. Sabaha karşı dört sularında uyandık. Yataktan kalkmadan doğacak olan günün ilk ışıklarında Dağ'ın silüetini gördüm. Heyecanla renklerin yeniden açılmasını izledik. Sabah altı olmadan da Van'a dönmek için yola çıkmıştık.Van'ın kendisini gezmek de çok ilginçdi. şehir bir dönem turizm'den önemli gelirler elde ettikten sonra Irak savaşı ve artan terörle çökmüş şimdi yeniden canlanmaya başlıyordu. Bir zamanlar mahrumiyet bölgesi diye tanımlanan doğu'nun bu şehrinde maddi mahrumiyetin izlerini bulmak güçleşiyordu. Her türlü marka ve ıvır zıvır vardı. Uydu kanalları, interneti, açılan ikinci tiyatro sahnesiyle gönül mahrumiyetleri de ne ölçüdeydi bilinemez. Ancak bizi en çok etkileyen yerlerden biriyle cadde üzerindeki bir hanın ikinci katında karşılaştık. ""Ablanın Sofrası"" adındaki küçük lokantada sadece sekiz masa vardı. ıçi tamamen ıstanbul'un Hanımlarca işletilen yerleri gibi dekore edilmişti ve işin en güzeli cadde boyunca satılan iğrenç döner kebaplar yerine çevredeki halkın yediği gerçek yemekler sunuluyordu. Hanım ""Keledoş"" ısmarladı, bense ""Kürt Köftesi"". Menü'de daha başka ilginç yemekler de vardı. ıçinde et olmayan, ekmek ve bulgur ağırlıklı, çevredeki otlarla zenginleştirilmiş, lezzetli ama fakirlik kokan yemekleri ilgiyle yedik. Bizim ıstanbul'da ürettiğimiz hoş bazı ayrıntıların nasıl da süzülüp buralara kadar gelebildiğini görmek açısından keyifliydi. Ayrıca, buralara fazlasıyla özgü olan ""Aile Salonu""da yoktu. Gelenler aşağıdaki caddenin değil, çok daha uzaklardaki yerlerin kurallarıyla yemeklerini yiyorlardı. Biz oradayken açık kapıdan içeri tesettürlü genç bir hanım ve ona uygun genç bir bey başlarını uzatıp bir kaç saniye kararsızlık içinde baktılar. Belli ki ilk kez geliyorlardı. Sonra çekinerek en gerideki masaya oturdular. Ne olursa olsun, bir daha hiç bir zaman pis kebapçıları aynı gözle göremeyeceklerdi.27 Temmuz'da havalanına giderken, şengül buralar için dekolte sayılabilecek bir şeyler giymişti. Onca ıstanbul yolcusu arasında bir sorun yaşayacağımızı sanmıyorduk. Yaşamadıkta... Ancak uçağın nerdeyse tamamını Hakkari Dağ Komanda Tugayı'nın terhis olan askerlerinin dolduruyor olması kendimi biraz garip hissetmeme neden olmadı desem yalan olur. Van ve Hakkari civarı hala tek tük de olsa olayların sürdüğü bir bölge. Önümüzdeki yıl orada tatil yapılabilir mi diye sorarsanız, ya da bu yaptığınız geziyi bize de önerir misiniz? derseniz, size hemen tatilden ne anladığınızı sorarım. Eğer tatil anlayışınız, kalabalıkların arasına karışıp, keyfinizce dağıtmaksa, cevabım kesinlikle ""hayır!"" olacaktır. Ancak hiç alışmadığınız duyguları tadıp (bunların çoğu da kötü değiller), döndüğünüzde anlatabileceğiniz onlarca gözlem ve anekdot sahibi olmak ve sadece haberlerde izlediğiniz bir yerlerin gerçeğini görmek isterseniz şiddetle Van Gölü'ne ve çevresine gitmenizi öneririm.

GEZİ YAZISI

Yurt içine veya yurt dışına yapılan gezilerde gezilip görülen yerlerin anlatmaya değer ilginç yönlerinin kaleme alındığı edebî yazıdır. Ancak gezi yazısı yazan kişinin ele aldığı yer hakkında bir takım bilgilere sahip olması gerekir.

Gezi yazılarında gezginin dikkatini çeken ve farklı bir özellik gösteren insanlar, tarihî ve tabiî güzellikler, farklı kültürler gibi konular güncel olaylarla da bütünleştirilerek edebî bir üslûpla anlatılır.

Günümüzün (ulaşım, haberleşme, radyo, televizyon, bilgisayar, internet gibi) teknik imkânları gezi yazılarının önemini ve ilginçliğini kısmen de olsa azaltmakla birlikte tarihî değeri olan seyahatnameler hâlâ önemini korumaktadır.

*Gezi yazısı görülen yerlerin güzellikleri hakkında duygu ve düşünce içerebilir.
*Gezi yazıları, bir yazarın gezdiği, gördüğü yerlerden edindiği izlenim ve bilgileri ele alan yazı türüdür. Bu yazı türünde gezilip görülerek yaşanan yerlerin doğal, ekonomik, tarihsel ve turistik özellikleri; yaşam biçimleri, inanç, gelenek ve görenekleri anlatılır. Gezi yazıları anlatılan yerleri görme özlemini bir ölçüde karşıladığından çok sevilen edebiyat türlerinden biridir.

Gezi yazılarında gezilen yerlerin sadece doğal güzellikleri değil, tarihi gelenekleri ve zevkleriyle ilgili bilgiler de verilir. Bu nedenle gezi yazıları toplumbilim ve birçok bilim dalı için kaynak niteliği taşır. Anlatılanlar hayal ürünü değil gerçektir. Gezi yazıları kuvvetli bir gözlem gücüne dayanır.

Venedikli tacir Marko Polo ve Arap gezgin İbn-i Batuta gezi yazısının dünya edebiyatındaki önemli temsilcileridir. Türk edebiyatında ise Babür Şah’ın Babürname’si, Seydi Ali Reis’in Mir’atü’l-Memalik’i, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si ve 28 Mehmet Çelebi’nin Sefaretname’si bu türün ilk önemli eserleri sayılırlar. Tanzimat’tan sonra Ahmet Mithat ( Avrupa’da Bir Cevelan ), Cenap Şehabettin ( Hac Yolunda ), Ahmet Haşim ( Frankfurt Seyahatnamesi ), Falih Rıfkı Atay ( Taymis Kıyıları , Bizim Akdeniz, Denizaşırı ) ve R. Nuri Güntekin ( Anadolu Notları ) gezi türünde eser veren önemli sanatçılardır.yasananların gercek oldugundan tarıhe yazılı bır ornek olarak gösterilebilir.

Gezi yazıları gezip görmenin, iyi bir gözlemin ürünüdürler. Gezi yazılarının tarihi çok eskidir. İnsanlar hep uzak ülkeleri, uzak ülkelerin doğasını, insanlarını, bu insanların yaşayış biçimlerini ve yarattıkları kültür eserlerini merak etmişlerdir. Bir nedenle başka ülkelere giden kişilerle karşılaştığımızda, onları soru yağmuruna tutmamız bundandır. Günümüzde televizyon görüntüleri dünyanın birçok kültürünü yanıbaşımıza getirdiği halde, hâlâ gezi anılarını dinlemenin ya da okumanın tadı başkadır.

Gezi yazılarının çok yönlü anlatım olanakları vardır. Uzunluğu çoğu zaman kitap olacak kadardır. Gazetenin iç sayfalarından birinde dizi halinde günlerce yayınlandığı da olur. Okuyucunun sıkılmadan, merakla okuduğu bir yazı türüdür.

Gezi yazısı yazarken ilgiyi uyanık tutmak, okuyucuda okuduğu yerleri görme isteği uyandırmak çok önemlidir. Gezi yazarlığı ayrı bir ustalığı gerektirir. Yazar gezdiği yerlerin ilginç özelliklerini hemen fark edecek kıvrak bir zekâya ve kültür birikimine sahip olmalıdır.

Gezi yazılarıyla röportaj birbirine karıştırılmamalıdır. Gezi yazısında ilgi çekici yerler anlatılır. Röportajda olduğu gibi, sorunları deşmek, arkasındaki sorunları duyurmak, kamuoyu oluşturmak amacı güdülmez. Gezi yazıları bir bakıma anıya ve günlüğe de benzer, fakat onlardan ayrı bir yazı türüdür.

Gezi yazısının belirleyici özellikleri nelerdir?
• Gezi yazılarında çoğu kez kronolojik zamanlı plân uygulanır. Gezi için yapılan hazırlıklar; yolculuk, yolculuk sırasında görülen ilgi çekici olaylar; varış, varıştaki ilk izlenimler…
• Gezi yazılarında da kendinden önceki söylenmişlerden, yazılmışlardan ayrı olmak önemlidir. Aynı yerler daha önce de başkaları tarafından görülmüş, yazılmış olabilir. İkinci gidişte görülenlerle, ilk gidişte görülenler arasındaki farklara bile değinmek gerekir. Bu da gezi yazılarının zamanla tarihsel belge olduğunu ortaya koymaktadır.
• Yazar anlattıklarının doğruluğunu; konuşma ile, bilgi toplama ve fotoğraflarla desteklemeli, anlattıklarını bir mantık çerçevesine oturtabilmelidir. Her anlattığı, önceki anlattıklarıyla çelişmemelidir.
• Gezi yazılarında yazar; açıklayıcı anlatım, öyküleyici anlatım, betimleyici anlatım ve tartışmalı anlatım gibi bütün anlatım yollarından yararlanır. Ayrıca okuyucuya değişikliği gösterebilmek için örnekleme, karşılaştırma, tanık gösterme gibi nesnel verilerden de yararlanabilir.
• Resim kullanılmalıdır.

Eskiden gezi notlarının kaleme alındığı eserlere “seyahatname” deniyordu. Modern zamanlarda ise Türkçe bir sözcük olan “gezi” terimi tercih edildi.


(Alıntıdır)



KANİŞ – KARUM KÜLTEPE GEZİSİ (Tarihe Yolculuk)

Dört bin yıl önceki Kayseri’yi merak edenler için tarihe yolculuk gerçekten büyük bir şanstır. Hele mihmandarınız da bir arkeolog ise, bilginin de sağlam bir kaynağı ile buluşmuşsunuz demektir.4 Ağustos Cumartesi günü Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği Kaniş-Karum (Kültepe) gezisine wowturkey fotoğrafçıları olarak beş kişilik bir ekiple katıldık. Fotoğraf çekmek bir yana, insanı titreten hadise “tarihe yolculuk” mantığından da anlaşılacağı üzere, 4 bin yıl öncesine geri dönebilmek, o zamanı bir nebze olabilsin anlayabilmekti.
4 bin yıl öncesinde aslında büyük ticaret merkezleri olan Kaniş ve Karum şehirleri, Kayseri’nin 20. Km.sinde devasa bir alana oturmuş. Bu şehirlerin daha küçük bir kısmı gün yüzüne çıkmış gözüküyor. Tarihe ve kültüre çok büyük bir yatırım gerekiyor. Böyle bir şehri ayağa kaldırmak çok büyük maliyetler gerektiriyor. Lakin, Kayseri bu konuda dirayetli ve istikrarlı olmak zorundadır. Kendi tarihini ve geçmişini gün yüzüne çıkarmak için bu iki şehrin üzerine yapılacak her türlü yatırıma maddi ve manevi büyük destekler oluşturmalıyız.
Warşama’nın sarayını gezerken bize hazırlanan bir sürprizle karşılaştık. (Sürpriz küçük bir tiyatro oyunu idi.) Warşama’nın sarayını doğal sahne alanı olarak kullanan ekip bizi 4 bin yıl öncesine götürdü ve Asurlularla, Hititlerle buluşturdu. Oyunu izlerken duyduğumuz heyecan görülmeye değerdi. Çok iyi düşünülmüş bir sahnede geçmiş zamanı özetleyen oldukça öğretici replikler duyduk. Emeği geçen herkesi buradan kutlamak istiyorum.4 Ağustos cumartesi günü saat 10’da Büyükşehir Belediyesi önünde başlayan yolculuğumuz saat 14.00 civarında sona ererken hepimizde büyük değişmeler olduğu açıktı.
Tarihte geçmiş zaman, gözle görülen bir ummandı. Önemli olan ucundan kıyısından bir dalış gerçekleştirdik. İleri giden zamanı durdurup geriye döndük ve 4 bin yıl öncesine bakmaya çalıştık.
Kayseri- Sivas yol ayrımında Barsama diye bir köy var. Adını Çavuşağa diye değiştirmeye çalıştılar yine olmadı. Halk, “Barsama” demeye devam etti. Kaniş şehrinde de “Warşama” isimli bir hükümdarın saray kalıntılarını gördük. Barsama ile Warşama arasındaki isim benzerliği ortada… Demek ki bizim bir de “tarihi coğrafyamız” var. İnsanlar yüzlerce yıl ötesinden gelen isimleri terk etmiyorlar. Anadolu’nun yapı tekniğinde olsun, kültüründe olsun, göz ardı edilemeyecek bir süreklilik de söz konusu… Anadolu’ya gelen kavimler, bu coğrafyanın kültürel potasında kendindeki zenginlikleri de katarak erimişler. En önemlisi de sanırım şudur:Bu coğrafyadaki 4 binlik yıllık kültürel mirasın bir tek varisi var, o da biz. Hititlinin de Asurlu’nun da, Romalının da, Selçuklu ve Osmanlı kadar mirasçısı olduğumuz gerçeği gün yüzüne çıkmış oluyor bence.Öyleyse bu coğrafyanın tarihine bakarken daha bütüncül bakmak zorunluluğu var. Asurlunun yaptığı bir buğday övütmecini, hemen yukarıda Gesi’de ve civarındaki bir köyde daha gelişmiş bir şekilde bulmak mümkündür. Yani, geçmişten bugüne uzanan kesintisiz bir çizgi vardır. Halbuki biz, tarihi bir pastanın dilimleri gibi görmeye alışığız. Biri biterken öbürü başlar. Sanki, biten ile başlayan birbiriyle ilgisizdir. Halbuki onların kullandıkları ortak bir coğrafya vardır. İnsanlar yan yana yaşarken kültürlerin birbirine ulaşması kaçınılmaz bir sonuçtur. Hatta bırakın Anadolu coğrafyasındaki bu kaynaşmayı, Mezopotamya’dan, İran coğrafyasından, Hint coğrafyasından, Kafkasya’dan, Balkanlardan Anadolu’ya taşıdıklarımız yok mudur? Elbette vardır. Olacaktır. İnsanların birbirine mal satması, ticaret yapması, kültürü de birinden diğerine taşıyor. Kavimlerin bir coğrafyadan diğer bir coğrafyaya intikali, kaçınılmaz bir sonuç olarak insanlığın ortak bir kültürel miras üzerinde oturduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor.Tekrar Kaniş ve Karum şahirlerine dönecek olursak, ilk serbest bölgenin Kar (liman) anlamına gelen Karum şehrinde kurulduğu gerçeğini göz önüne alırsak, Kayserilinin ticarette gösterdiği maharetin temelleri de taa 4 bin yıl öncesine dayanmıyor mu? Elbette… İşte, ortaya çıkarılması gereken bir tarih, gün yüzüne çıkmayı bekleyen katman katman şehirler, Kaniş ve Karum bizleri beklemektedir. Temennimiz Kayseri tanımlanırken, Kaniş ve Karum’la başlayan tarihi geçmişinin bugünkü kültürel sembollerimiz arasında önemli bir yer tutması ve tarihi coğrafyanın bizlere güç vermesidir. Nasıl ki artık Zeugma denince Gaziantep şehri akla gelmeye başlamış ve bir “çingene kızı” motifi tek başına kültürel sembol haline gelmişse, yüzlerce tabletin ( 20 bin civarında tablet bulundu) yer aldığı Kaniş – Karum şehirleri de Kayseri için önemli bir kültürel hazine olmak zorundadır. Prof.Dr.Tahsin Özgüç’ün kesintisiz olarak 57 yıl Kültepe kazılarına katılmış olması, bence onu da yad etmemizi gerektiriyor. Çünkü, bugün Kültepe, onun çalışmaları sayesinde dünyaca tanınan bir yerdir. 1948 yılında başlattığı Kültepe kazılarını, vefat ettiği 2005 yılına kadar kesintisiz sürdürdü. Bu sürdürüş, aynı zamanda, Anadolu arkeolojisinde bir rekordu. Kültepe kazıları dışında başka bir Türk arkeoloğunca kesintisiz olarak gerçekleştirilen (57 yıl) bir kazı yoktur.

(SBA Edebiyat Kültür ve Sanat Kulübü'nden alıntıdır.)
Gezilip görülen yerlerin, tarihi,coğrafi,ekonomik ve kültürel özelliklerini anlatan yazılara Gezi yazısı denir. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi örnek olarak verilebilir.Yazarların yurt içinde veya yurt dışında yaptıkları gezilerde, gördüklerini anlattıkları edebî eserlerin ortak adı. Bu eserlerde yazarlar, gezip gördükleri yerlerdeki insanların bütününün veya belli bir kesimin yaşayışını, gelenek ve göreneklerini, dikkatlerini çeken ve okuyucuların da ilgi duyacaklarına inandıkları özelliklerini anlatmaya çalışırlar.Seyahatname veya bu mânâyı taşıyan bir başka isim altında kaleme alınmış eserlerden başka pek çok sefâretnâme, tarihî, coğrafî konularda yazılmış pek çok eser, bütünü ile olmasa da seyahatname özelliği gösteren bölümler taşırlar.Seyahatnameler, yazarların sadece gezip görmek ihtiyacından doğan eserler değildir. Çeşitli savaşlar, ziyaretler, görevle başka ülkelere gönderilen memurların yolculukları, bu yolla tanınan başka şehir, ülke ve insanlar, bu tür eserlerin yazılmasını hazırlayan önemli sebepler arasında sayılır.Bir eserin seyahatname olarak kabul edilmesi için onda mutlaka gezilip görülen bir başka şehrin ve ülkenin anlatılmış olması gerekmez, içinde yaşanılan şehrin bütün özelliklerini anlatan eserler de zamanla ve toplumdaki değişmelere bağlı olarak seyahatnameler arasına alınır. Evliya Çelebi'nin eseri olan Seyahatnâme'nin birinci cildi, her yönü ile sadece İstanbul'u anlatır. Ruşen Eşref Ünaydın, İstanbul üzerine yazdıkları ile daha sağlığında "istanbul Seyyahı" olarak isim yaptı. Türk edebiyatında seyahatname türünde kaleme alınmış en büyük eser, Evliya Çelebi'nin on cilt olarak yazdığı Seyahatnâme'dir. 3u eser dünyada, bu türde yazılmış bütün eserlerle boy ölçüşebilecek bir mükemmelliğe sahiptir. Ayrıca Şeydi Ali Reis'in Mir'âtü'l - Memâlik (Ülkelerden Manzaralar) Nâbi'nin Tuhfetü'l-Harameyn, İzzet Molla'nın Mihnet - Keşan adlı eserlerini, Tanzimat'tan önceki devrede yazılmış Seyahatnameler arasında sayabiliriz. Tanzimat'tan sonra ve özellikle Cumhuriyet'ten bu yana bu türde verilen eserlerin sayıları çok artmıştır.

Hiç yorum yok: