3 Aralık 2007 Pazartesi

Açık oturum

AÇIK OTURUM

Geniş halk kitlelerini ilgilendiren bir konunun, uzmanlarınca bir başkan yönetiminde dinleyici grubu önünde tartışıldığı konuşmalara açık oturum denir. Açık oturum, büyük bir salonda dinleyiciler önünde yapılabileceği gibi stüdyoya davet edilen dinleyiciler önünde veya dinleyici grubu olmadan da radyoda ya da televizyonda yapılabilir.
Konuşmacı sayısının üç veya beş kişi olarak tespit edildiği açık oturumlarda başkan önce konuyu açıklar, sonra konuşmacıları tanıtır ve sırayla söz verir. Başkanın konu hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Başkan, sırasıyla ve dönüşümlü olarak konuşmacılara sorular yöneltir, gerektiğinde kısa bir değerlendirme yapar. Tartışma boyunca tarafsız olmak, konuşmacılara verilen süreyi dengeli bir şekilde ayarlamak, tartışma kurallarının dışına çıkılmasını engellemek başkanın görevleri arasındadır. Açık oturumun süresi konuya göre ayarlanmalıdır.

PANEL

Toplumu ilgilendiren bir konunun dinleyiciler önünde, bir başkanın yönetiminde, sohbet havası içinde, uzmanları tarafından tartışıldığı konuşmalara panel denir. Açık oturum ile panel özellikleri yönüyle birbirlerine çok benzerler. Hatta bazı kitaplarda panel ile açık oturum aynı konuşma türü olarak verilir. Arada sadece üslûp farkı vardır.
Panelden amaç bir konuda karara varmaktan ziyade sorunu çeşitli yönleriyle aydınlatmak, farklı görüşleri, farklı anlayışları ortaya koymaktır.
Panelde de bir başkan bulunur. Konuşmacı sayısı 3 ile 6 arasında değişebilir. Konuşmacılar, uzmanı oldukları konunun ayrı birer yönünü ele alırlar. Konuşmalar, açık oturumda olduğu gibi başkanın verdiği sıraya ve süreye göre yapılır.
Panelin sonunda, dinleyiciler panel üyelerine soru sorabilirler. Tartışma dinleyicilere de geçerse o zaman tartışma, forum şekline dönüşür.

Açık oturum-panel farkı:

Açık oturumdan farklı olarak, konuşmacıların görüşlerini bildirmelerinden sonra, izleyiciler soru olarak tartışmaya katılabilir, kendi görüşlerini açıklayabilirler. Sonunda başkan konuşmaları toparlayarak görüşleri özetler. Ayrıca açık oturum ve panel arasında uslup farkı da vardır.

MİLLİ EGEMENLİK, İSTİKLAL MARŞI VE MEHMET AKİF ERSOY KONULU BİR PANEL ÖRNEĞİ:

Oturum Başkanı ( Nevzat Pakdil ):

Sayın başkanım, değerli millet vekili arkadaşlarım, kıymetli davetliler; İstiklal Marşı’nın Millet Meclisi tarafından milli marş olarak kabulünün 82. yıl dönümü vesilesiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu tarafından bir ilke imza atılarak organize edilen “Milli Egemenlik, İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Esoy Paneli “ ne hoş geldiniz, şeref verdiniz.
…..
Konuşmacılarımızı size takdim etmek istiyorum: Prof. Dr. Burhan Kuzu milli egemenlik kavramı üzerinde, Prof. Dr. Mehmet Naci Bostancı Mehmet Akif Ersoy’un fikir dünyasını oluşturan tarihsel arka plan, Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, Mehmet Akif’İn çocuğa bakışı konuşmalarını bize sunacaklar. .
İlk konuşmayı Prof. Dr. Burhan Kuzu Bey’e veriyorum.
Sayın Hocam, buyurun.

Prof. Dr. Burhan Kuzu:

Türkiye Büyük Millet Meclisimizin değerli Başkanı, değerli bakanlarımız, çok değerli milletvekili arkadaşlarım, değerli konuklar; herkesi saygıyla sevgiyle selamlıyorum.
Böyle önemli bir günde, bendenizden milli egemenlik konusunda bir konuşma yapmam istendi. Sizleri bu başlık altında, elbette ki teorik bir tartışmaya boğmak istemiyorum. Dolayısıyla, yapacağım konuşmanın kapsamında İstiklal Marş’ımızın kabulü durumunda Mecliste yaşanan bazı olaylar ve egemenlik kavramının bugün geldiği nokta, çektiği sıkıntı ve çileler üzerinde durmak istiyorum.
Bundan tam 82 yıl önce, 12 Mart 1921 günü, Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat başkanlık ettiği oturumda, Mehmet Akif Ersoy’un kahraman ordumuza ve aziz milletimize ithaf ettiği, malum, İstiklal Marşı kabul edilir. Dört kez okunur ve çok büyük alkışlar alınır. Büyük şair “Onu, milletime ve ordumuza hediye ettik; zaten o milletin malıdır.“ demiştir ve bu nedenle de İstiklal Marşı’nı Safahat’ına hiç almamıştır. Kendisinin sağ olduğu dönemde; “ O benim değil, milletimin marşıdır.” Demiştir. Ödül olarak 500 lirayı kabul etmediği bir dönemde, bunu bir kız lisesine bağışladığı bir anda, kendisinin cebinde Zonguldak Milletvekili Hayri Bey’den borç olarak aldığı 2 lira vardı. Mustafa Kemal Atatürk, İstiklal Marş’ımızla ilgili olarak şunları söylüyor: “ Bu marş, bizim inkılabımızı anlatır, inkılabımızın ruhunu anlatır; bunu ne unutmak ne de unutturmak lazımdır; İstiklal Marş’ında istiklal davamızı anlatması bakımından büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de şurasıdır” der ve şunu okur: “ Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal! “ devam eder: “Benim, bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır, hürriyet ve istiklal bu milletin ruhudur.“ demiştir.
…..
Herkesi saygıyla selamlıyorum.

Oturum başkanı: Sayın Burhan Kuzu’ya teşekkür ediyorum.

Şimdi de konuşmasını yapmak üzere, Prof. Dr. Mehmet Naci Bostancı’ya veriyorum.

Tarihte önemli roller oynamış şahsiyetlerin sonraki dönemlerde hatırlanışları tuhaf bir kaderi izler. Onların fikirleri, yapıp ettikleri, kendilerinden bahsedilen dönemin genel iklimi içinde değerlendirilir ve adeta yeni bir okumaya tabi tutulurlar. Elbette şunu biliyoruz: Tarihteki süreklilik, içinde değişimin, farklılaşmanın yer aldığı bir sürekliliktir. Süreklilik denildiğinde, temel bir karakteristiğin mevzii değişimlerin ötesinde varlığını sürdürmesi anlaşılır. Ancak yine de bazen bu değişmeler dahi ıskalanır ve adeta tarihilikten yoksun, bugünün yansıtılmasına dayalı, hayali tarafları baskın bir geçmiş anlatısı ortaya konur. Böyle yapılmasının nedeni, “tarihi olanı” tespitten çok, güncel olanı tarihin desteğiyle daha etkili bir hale getirmek, geçmişten bugüne şahit çağırmaktır.
Tarihe bu yöndeki yaklaşımları bir yere kadar mazur kılan, tarihe yönelik her ilginin kaçınılmaz bir biçimde güncelle olan hayati bağıdır. Ne tarih üzerine çalışanlar ne de onların takipçileri günceli bütünüyle yok sayarak pür bir tarihi hakikatin peşine düşerler. Esasen bir “tarihi hakikat”ten bahsetmenin güçlüğü de ortadadır. Yarın tarih olacak günümüz için nasıl kapsayıcı bir hakikat anlatısı oluşturamazsak, aynı şekilde tarih için de bir hakikat ortaya koyamayız. Yapabileceğimizin en iyisi, içinde daha fazla hakikat barındırdığına inandığımız bir senaryoyu kamuoyuna sunmak olabilir. Ancak güncelle tarihin bu zorunlu ilişkisinin ötesinde, bir kasıt çerçevesinde okunması ayrı bir bahis teşkil eder.
Tarih hakkındaki bu kısa giriş, yakın tarihimizin önemli simalarından Mehmet Akif Ersoy’un hayatı ve fikirleri değerlendirilirken karşımıza çıkması muhtemel yanılsamalara dikkat çekmek içindir. Çünkü Ersoy, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş döneminde yaşamış, fikri dönüşümlere yazıları, konuşmaları, vaazları ve en önemlisi elbette şiirleriyle damgasını vurmuş, nihayet İstiklal Marşımızı kaleme almış son derece önemli bir kişiliktir. Bu özellikleri dolayısıyla onun etkisi sadece dönemiyle sınırlı kalmamış, sonraki tarihlerde de fikirlerine, heyecanlarına katılan, bunları kendi zamanlarının ruhu içinde yeniden gündeme taşıyan çok geniş toplumsal kesimler varolmuştur. Onun, İstiklal Marşı’nın şairi olması kadar, yüksek ahlakı, etkileyici kişiliği, toplumsal sorunları yürekten anlatışı, her zaman toplumun ortak bir değeri olmasını sağlamış olmakla birlikte, bazı toplumsal ve politik çevreler onun fikirlerini –diğerlerinden farklı olarak- kendi kimliklerinin temel bir karakteristiği olarak takdim etmişlerdir. Öte yandan, bugüne ait siyasal mücadelenin inşa ettiği geçmiş anlatısı içine olumsuz bir figür olarak M. Akif Ersoy’u yerleştirenler de vardır.
Toplumdaki M. Akif Ersoy’a ilişkin farklılıklar taşıyan bu ilgiler demeti, onun fikirlerini anlama, yeniden yorumlamada da değişiklikler doğurur. Ona yönelik kimi eleştirileri ortaya koyanlar kadar, Ersoy’u bütünüyle benimsediklerini düşünenler dahi onun fikirleriyle kendi fantezilerini bir ölçüde karıştırırlar. Örnek vermek gerekirse; Akif Ersoy’a gönülden bağlı olduğunu düşünenler arasında II. Abdülhamit’e yönelik güçlü bir eleştiriye ya da onun yönetiminin bir istibdat olduğuna dair tanımlamaya pek rastlanmaz. Oysa Ersoy Abdühlhamit’in yönetimini istibdat olarak görür ve onu, bir şiirinde de takip edilebileceği gibi şiddetle eleştirir.

“Yıkıldın gittin amma ey mülevver devri istibdad
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yad.” (İstibdad, s. 85)

Bir başka husus, Ersoy’daki güçlü İslami vurgu dolayısıyla onun modernliğe de muhalefet eden, bağnazlığa yakın duran birisi olduğu doğrultusundaki yanlış kanaattir. Siyasetin görselliğe dayalı kaba parametrelere ilişkin ayrımlarından hareket edildiğinde, her yerde rastlanan o sakallı fotoğrafı dahi, bu istikametteki kategoriler içinde onu klişeleşmiş “gerici” tiplemesi içine koyabilir. Bu da başka tür bir yanılsamadır. Kaba şablonlar dolayısıyla Safahatın kapağını kaldırmayı lüzumsuz bulanlar, onun medeniyete, gelişmeye yönelik tutkulu anlatımını, taassuba, dar görüşlülüğe, yobazlığa dair eleştirilerini görme imkanından da mahrumdurlar. Onlar için Mehmet Akif Ersoy, okumadıkları ancak bildiklerini varsaydıkları Safahatın, hayat hikayesini öğrenmedikleri ama bir fotoğraf üzerinden ya da şifahi rivayetlerle düşledikleri, onun hakikati yerine kendi fantezilerini koydukları bir kişiliktir.
Bu türden değerlendirmelere bir örnek olması için Mehmet Akif Ersoy’un Makalelerinden bir alıntı yerinde olacaktır.

“İki kişi oturmuş konuşuyorduk. Ben Hazreti Mevlana’nın en gamız, en mücerred mesaili mahsusat dairesine indirmekteki kudretine hayran olduğumu, o kitab-ı muazzamın mutlaka baştan başa okunması lazım geleceğini ileri sürünce arkadaşım dedi ki: Hazreti Mevlana Hind felsefsinin nakilidir.
-Mesneviyi okudunuz mu?
-Hayır.
-Hind felsefesi nedir, onu biliyor musunuz?
-Hayır.
-O halde böyle bir iddiaya ne cür’etle kıyam ediyorsunuz?
-Öyle işittim.” (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 118)

“Öyle işitmek”; herhalde kritik sözlerden birisi bu. Siyasal mücadeleler sadece yazı üzerinden sürdürülmez; kitapların, dergilerin, filmlerin, şarkıların ötesinde bunlara eşlik eden son derece geniş bir şifahi alan siyasal mücadelelerde etkili bir işlev yerine getirir. Yazı, metin, son tahlilde söylediği her zaman ortada olan, şeffaf bir niteliğe sahiptir ve eleştirelliğe açıktır. O yüzden “yazılı alan” kendini, mukabil değerlendirmeleri belli ölçüde dikkate alan bir rasyonellik üzerinden kurmak durumundadır. Buna karşılık sözlü alan, siyasal mücadelelerin çok hoşnut kaldığı, kolektif kimlik fantezilerinin arzu edildiği gibi oluşturulmasına cevaz veren bir keyfilik içinde oluşur; özü itibariyle, rakiplerin eleştirelliğinden uzakta, yahut onların hücumlarını karşılayacak olağanüstü esnekliğe sahip bir niteliktedir. O yüzden tarihe ait değerlendirmeler, oradaki önemli figürlere ilişkin yorumlar bu keyfilikten hayli nasibini alır. Mehmet Akif Ersoy’un güncel siyasi mücadelelerin özellikle sözlü alanında böyle bir “anlaşılamama” kaderi yaşadığı söylenebilir.

Hayatı
Ersoy, 1873-1936 yılları arasındaki 63 yıllık ömrü içinde I. Ve II. Meşrutiyetin ilanı, İttihat ve Terakki’nin örgütlenmesi, nihayet iktidarı, II. Abdülhamit dönemi, çöken bir imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı, İstiklal Savaşı, modernleşme yolunda atılan adımlar gibi bir çok önemli gelişmeye şahitlik etmiştir. 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanırken Mehmet Akif Ersoy 45 yaşındadır. Bir şair, yazar ve düşünürün adım adım gerileyen bir imparatorluğun acılı coğrafyasında kendi kariyerini inşa etmesi trajik bir olaydır. Çünkü her bir fert nihai noktada kendi kaderine odaklanarak kimi teselli unsurları bulabilir; ancak şairler ve yazarlar temsil ettiklerini düşündükleri bir kolektif irade adına davranırlar, onun adına yaşarlar, soluk alırlar ve onların endişeleri de ümitleri de, tesellileri de kolektif plandaki gelişmelere bağlı olarak kalır. Nitekim Ersoy’un tüm yazılarında ve şiirlerinde derin, insanın içine işleyen bir hüzün vardır. Şiirlerindeki kahramanlığın, kurtarıcılığın, ümidin dile geldiği satırlar dahi, tam da bunları ortaya çıkartan gerekçeleri de yankılayarak varolurlar.
M. Akif Ersoy, temeli Tanzimat öncesine de giden, ancak daha kapsamlı bir proje olarak Tanzimat’la başlayan modernleşme girişimlerinin genel atmosferi içinde doğmuştur. Annesi Emine Şerif Hanım, babası Mehmet Tahir Efendi’dir. İlk eğitimine Fatih civarındaki Emir Buhari mahalle mektebinde başlar. Dört yaşındadır. İki sene burada okur, sonra Maarif Nezareti’ne bağlı ilk okula gelir. Üç yıl bu okula devam eder, bu arada babasından Arapça öğrenir. Bundan sonra Fatih Merkez Rüştiyesine gider. Buradaki eğitiminde Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca’ya ilgi gösterir. Rüştiyeyi bitirince Mülkiyeye gitmek ister, ilk kısmı olan üç yıllık idadiyi bitirir, iki yıllık ali kısmına geçtiğinde babası vefat eder, bir yangında evleri yanar, tam da bu sırada açılmış olan “Mülkiye Baytar Mektebi” hakkında “Bu mektep yenidir, çıkanlara memuriyet verilecekmiş” şayiaları üzerine, Baytar mektebine geçer ve dört yıl içinde burayı birincilikle bitirir. 1893’ten 1913’e kadar memuriyette bulunur.
Her zaman yazı ve şiirle iç içe yaşayan Akif’in kamuoyunun önüne çıkması II: Meşrutiyetin ilanıyla birliktedir. Şiirlerini, makalelerini Sıratı Mustakim’de* yayınlamaya başlar.
Birinci Dünya Savaşı sonrası imparatorluğun dağılması, Mondros’tan sonra ise Anadolu’nun işgal edilmeye başlanması her yerde ayaklanmalar doğurmuştur. Akif de Şubat 1920 tarihi itibariyle Balıkesir’de hutbeler vererek halkı bağımsızlığı için savaşmaya çağırır. Daha sonra İnebolu üzerinden Ankara’ya gelen Ersoy, Konya ve Kastamonu’da halkı aydınlatma faaliyetlerinde bulunur.
Her milletin bir İstiklal Marşı olduğu, Türk milletinin de bir İstiklal Marşının bulunması gerektiği fikri üzerine TBMM tarafından marş için yarışma açılmış, ancak başvuran yedi yüzün üzerindeki eser arasından uygun birisi bulunamamıştır. Dostları ve dönemin Milli Eğitim Bakanı Tanrıöver, İstiklal marşının Akif tarafından yazılmasını istemektedirler. Ancak Akif, sürecin yarışma biçiminde düzenlenmesi sebebiyle katılmayı düşünmemekte, nihayet beş yüz liralık para mükafatını da böylesi onurlu bir iş için uygun bulmamaktadır. Neticede, (Hasan Basri Çantay’ın da özel çabasıyla) ikna edilir, mükafatın başka bir yere bağışlanabileceği bildirilir; bu gelişmelerden sonra Akif Marşı kaleme alır. 12 Mart günü TBMM’de Tanrıöver tarafından okunan şiiri bütün milletvekilleri ayakta dinlerler; her kıta, hatta bazen her mısra arkasından heyecanla alkışlarlar, nihayet İstiklal Marşı olarak kabul ederler. Akif Ersoy, millete adadığı bu şiirin şairi olarak artık kendini görmez ve İstiklal Marşını Safahat kitabına almaz. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulduğunda “Çünkü onu milletimin kalbine gömdüm,” der.
Akif, 1923 yılı itibariyle Prens Abbas Halim Paşa’nın davetini kabul ederek Mısır’a gider. Amacı burada serbestçe çalışmak, kafasındaki eserleri gerçekleştirmektir. Ancak bunu yapamaz, çünkü gerek Mısır da gerekse İstanbul’da bulunduğu zamanlarda çevresindeki yoğun kalabalık buna izin vermez. 1925’de kendisine Diyanet İşleri Riyaseti’nce Kur’an tefsiri görevi verilir. Yaklaşık yedi yıl çalışır, ancak istediği gibi götüremediği düşüncesiyle çalışmasını yarıda keser, bu durum karşısında Diyanet aynı iş için Elmalılı Hamdi’yi görevlendirir. Ersoy, Mısır’da bulunduğu son zamanlarda siroz hastalığına yakalanır, İstanbul’a döner, iyi bir tedavi görür, ancak hastalık ilerlemiştir, 27 Aralık 1936’da vefat eder, ertesi gün çok kalabalık bir cenaze merasimiyle Edirnekapı şehitliğine defnedilir. (Ömer Rıza Doğrul, Safahat’ın tertipçisi, Safahat, sh XI-XXII) İnkılap ve Aka, 14. baskı, İstanbul 1981).

Toplumsal ve siyasi durum
Toplumların gerileme dönemleri, aynı zamanda sorunların çözümü doğrultusunda siyasi ve fikri çalışmaların da yoğunlaştığı dönemlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı da gerilemeyi tersine çevirecek, sorunları çözecek arayışlar çerçevesinde geçmiştir. Bir çok kaynağın zikrettiği gibi, çözüm çabalarının odak noktasında “Devlet nasıl kurtulur?” sorusuna cevap arayışı vardır. Bir yanlış anlamayı önlemek bakımından, devlet nasıl kurtulur, üzerine düşüncelerin, sadece bürokratik bir örgütlenme olarak devleti değil, toplumu da içeren bir devlet anlayışını esas aldığını belirtmek gerekir.
Ohannes Paşa’nın, Parvus Efendi’nin Mehmet Ali Ayni’nin, Ahmet Cevdet Paşa’nın, Ziya Paşa’nın, Namık Kemal’in, Ali Suavi’nin, Said Halim Paşa’nın bu manadaki arayışları ve teklifleri bu istikamettedir. Keza kolektif hareketler olarak Yeni Osmanlılar’ın, Jön Türklerin, İttihat ve Terakki’nin yine aynı doğrultudaki ideallere yönelik olarak oluşturulduklarını, tekliflerindeki farklılıkların toplumu, tarihi, geleceği okuma farklarından kaynaklandığını teslim etmek gerekiyor.
Akçura’nın çeşitli düşünce ve yaklaşımlara sahip bu tür kurtuluşçu hareketleri üç eksende değerlendirmesi yerinde bir soyutlamadır. O, döneme ait politik hareketleri ve tez sahibi kişileri Türkçüler, İslamcılar, Batıcılar diye üç ana başlık altında toparlamıştı. Elbette hiçbir siyasi hareket ya da kişi, bu üç eksenden herhangi birine bütünüyle indirgenemez; safların içinde çeşitli melez yapılardan ve düşüncelerden bahsetmek mümkündür; ancak bu başlıkların son tahlilde olup bitenleri anlama bakımından bizlere sağladığı kolaylıklar vardır. Ayrıca bu üç eksenin sadece geçmişte kalmadığını, bugünkü fikir dünyamızda da karşılıkları bulunduğunu söyleyebiliriz.
Bu üç hareketin de temelinde geniş bir ortaklık alanı olarak modernleşme durmaktadır. Modernleşme, merkezileşme ve standartlaşmanın temel parametreler olduğu, devletle toplumun işlevsel ve ideolojik anlamda örtüştüğü, eski dönemlerde rastlanmayan bu yeni mütekabiliyetin omurgası olarak dev bir bürokrasinin örgütlendiği bir zaman dilimini işaretler. Dolayısıyla her üç yaklaşım da kendi bakış açıları istikametinde devletle toplum arasında nüfuz edici bir bütünleşme öngörmekte, özellikle devlete ideolojik bir mihmandarlık görevi yüklemektedirler. Devletin bu şekilde tanımlanmasında aralarında mahiyet değil bir derece farkı bulunduğundan, İslamcılardan batıcılara doğru gidildikçe toplumdan da devlete doğru bir güç ekseni kaymasından bahsedilebilir; ancak bu son tahlilde bir derece farkıdır, hepsi için devlet toplumsal mühendisliğin etkili bir aracıdır.
İslamcı yaklaşım, politik ve ideolojik tezlerinin temeline İslamı, Türkçüler milliyeti, nihayet batıcılar da bir total proje olarak batılılaşmayı koymaktadırlar. Ancak her üç ekolun içinde yer alanlar, İslamın önemi, her halükarda sahip olduğu güçlü işlevi, modernleşme ile tüm toplumsal kurumlar itibariyle yüzleşilmesi gereği, makul bir difüzyon öngörüsü, 19. yüzyılla birlikte milletin yükselen bir değer oluşu konularında ortaklıklara sahiptirler. Türkiye’nin önüne “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, batı medeniyetindenim,” şeklinde bir perspektif koyan Ziya Gökalp’in hareket ettiği gerçeklik, bu kendiliğinden oluşan kaçınılmaz fikri ve pratik melezlemelerdir.
M. Akif Ersoy’u bu kategoriler içinde İslamcılığa yerleştirmek yanlış olmaz. Ancak İslamcılık da homojen bir ideoloji değildir; İslamcı adlandırması altında iki temel eğilimi belirlemek mümkündür. Bunlardan birincisi, “Batı evreni ile herhangi bir alanda ilişkiye girmeyi reddeden kitlesel refleksin ait olduğu” taassup tutumudur. Bunlar geleneği kutsallaştırırlar ve “tenkit, tahkik” gibi son derece önemli iki yöntemi görmezlikten gelirler. “Modern İslam” adı verilebilecek ikinci tepki ise, batı ile diyaloga girmeyi talep eden, onun kurum ve kurallarıyla hesaplaşan, kimini adapte eden, kimine karşılık gelecek kurumları İslam içinden çıkartmaya çalışan (şura, icma, içtihad gibi), eleştirinin asıl mekanı olarak batının entrikalarını değil Müslümanların eksikliklerini gören anlayıştır. (M. Türköne, Türk Modernleşmesi, Lotüs, Ankara 2003, s. 319-20). Mehmet Akif Ersoy, bu iki ekolden ikincisine aittir. Ersoy’un bu manadaki görüşlerini anlama bakımından kimi konuşmalarındaki ifadelerin altını çizmek gerekir:

Batının iki yüzü:
Ersoy, bütünüyle bir batı karşıtlığı içinde değildir; ancak onların sömürgeci siyasetleri ile insani dünyaları, gelişmişlik düzeyleri arasındaki derin çelişkiyi de bilmektedir. Elbette sömürgeci siyaseti eleştirirken, diğer dünyaya karşı son derece yakın kanaatlere sahiptir. Batının bu iki yüzünü işaret eden çeşitli yorumları arasından, Paris’te Hersekli Hoca Kadri Efendi’yi ziyaretini bir anekdot olarak zikretmek uygun olur:

“Ersoy her açıdan büyük saygı duyduğu Hersekli Hoca Kadri Efendi’ye sorar: “Avrupalıları nasıl buldun? – Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır, evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lakin şunu bilmelidir ki, o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır.”
Hakikat hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkar olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki şu terakkileri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.” (Milli Mücadelede Mehmet Akif Kastamonu’da, Haz. Mustafa Eski, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1983, s. 6)
Bu anekdot, kendisine “Batı medeniyeti nedir?” diye sorulan Gandhi’nin cevabıyla da benzerlikler taşımaktadır: “Güzel bir fikir.”

Ersoy, teknikte ve bilimde batı medeniyetine mutlak surette ülkemizin yetişmesi gerektiğini belirtir. Bu güzergahta önümüzdeki örnek batıdır. Neler yapmamız gerektiğini konusunu da batı ile Müslümanları mukayese ederek şöyle ortaya koyar:

“Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara (batılılara) yetişemezsek yaşamamıza, bize, Allah’ın emaneti olan İslam Dinini yaşatmamıza imkan yoktur. Biz Müslümanlar, bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Gevşekliğe, eğlenceye, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki, denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Göklerde ordular dolaştırıyorlar... (Onların) neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak Müslüman fertlerin her birine farzı ayindir.” (A. g.e., s. 10-11)
Ersoy’un bu vadide Müslümanlara getirdiği eleştirilerini bir de şiiriyle örneklendirelim:

“Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun;
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun.
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.”
(Fatih Kürsüsü, 4. kitap)

Ersoy, Batının son derece planlı programlı hayat tarzına da işaret ederek Müslümanların da öyle davranmasını talep eder. Batının bu niteliğini yine bir vaazında şu şekilde belirtir:

“Yanılıyorsunuz. İş öyle değil. Avrupalılar yalnız bugünü, bugünkü hadiseleri seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta birkaç asır sonunu tahmin etmek, hesap etmek isterler...” (s. 26).

Ersoy’a göre Müslümanların gerileme nedenlerinden birisi de aralarındaki birliği bozacak şekilde kavmiyetçiliğin peşine düşmeleridir. Bu konudaki kanaatlerini ortaya koyduğu bir vaazında şöyle söyler:

“Ey cemaati müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek herkes kendi başının derdine, endi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. .. Müslümanlık bağı ırkı, iklimi, lisanı, adetleri, ahlakı büsbütün başka olan bir çok kavimleri birbirine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığını... kısacası her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak Müslüman halifesinin etrafında toplanmış, kelimetullahı yükseltmek için canını, kanını, bütün varını güle güle koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü şekiller altına ekilen fitne, tefrika, fesat tohumları, bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeye, dallanmaya, budaklanmaya başladı. O demin söylediğim bağ gevşemeye başladı...” (s. 17-18).

Ersoy’un Batının sömürgeci siyasetine karşı değerlendirmelerindeki bir yöntemi, eleştirilerini akılcı bir temele oturtmak, maddi yönüne ilişkin örnekler sunmaktır.

“Yetmiş sene evvel bir Hintli günde bizim para ile kırk para kazanırken, bugün bu kazanç on beş paraya inmiştir. Bununla beraber zavallı Hintli, İngiliz’den üç kat fazla vergi verir... Seksen milyon Hintli için tek bir lise mektebi vardır... Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta, Müslümanlar bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka Fransızların koydukları kapı, pencere vergilerini verirler... Otlakları Fransızlar tarafından gasp edilir...” (s. 31-2)
Ersoy, zaman zaman Batılı meşhurların İslam dünyasına ilişkin yorumlarını eleştirellikle birlikte moral bozmayacak, kendilerine güveni destekleyecek tarzda dile getirir:

“Güstav Le Bon, demiş ki: Canım efendim beni meraktan kurtarınız. Bu nasıl oluyor? Ben Arap medeniyetini, İslam medeniyetini senelerce tetkik ettim. Şarkı hayli dolaştım. Şeriatınızı epeyce biliyorum. Bakıyorum ki, Allah peygamberlerin en akıllısını size göndermiş, kitapların en iyisini sizin elinize vermiş. İklimlerin en latifi, toprakların en zengini, insanların en uysalı, en zekisi sizde bulunuyor. Böyleyken nedir bu sizin haliniz? Nedir bu sizin sefaletiniz? Mümkün olsa da size, beş altı sene Şeyh ül İslamlık etsem memleketinizi cennete çevirirdim.” (s. 48).

Akif’in ülke adına kurtarıcılık misyonunu yüklediği nesil Asım’ın neslidir. Bu neslin özelliklerine ilişkin tespitleri ilgi çekicidir. Kadri Timurtaş’ın ifadesiyle;

“Asım, vücudu gibi imanı da kuvvetli, hassas, irfan sahibi, ahlaklı, müspet ilimler okumuş bir gençtir. Milletin yükselmesi için gereken iki kudret bilgi ve fazilettir. Biz faziletten uzak düştüğümüz gibi son üç asrın bilgisinden de habersiz bulunuyoruz. Fakat, fazilet devirleri gerçekten parlak bir büyük bir milletin çocuklarıyız. Asım’ın nesli Avrupa’da tahsil görecek, oranın kaynaklarından en geniş şekilde faydalanacak, bunları yurda taşıyarak üç yüz senelik ilim kaybını kapatacak. Böylece, faziletimiz bilgiyle beslenince, en ileri bir millet haline geleceğiz.” (F. Kadri Timurtaş, Cemiyetçi Şair, Mehmet Akif Ersoy’a Armağan, Selçuk Üniversitesi, Konya 1986, s. 11)

Bir ahlak adamı olan Ersoy’un Doğunun tefekküründe önemli yer işgal eden ahlakçılara karşı ilgisi büyüktü. Bunlardan birisi, aynı zamanda meslekten olan şair Şirazlı Sadi’dir. Tarık SOMER’e göre;

“Akif’i hayatının sonuna kadar etkileyen şair Şirazlı Sadi olmuştur. Sadi’nin insanoğlunun zayıf taraflarını dile getiren, terbiye kurallarına kıymet veren, sosyal hayatın aksayan yönlerini tasvir eden hikayeleri hoşuna gidiyordu.” (Ölümünün 50. yılında Mehmet Akif Ersoy’u Anma Kitabı, Ankara 1986, Açış Konuşması, Tarık SOMER, Rektör, s.2)

M. Akif Ersoy’un, dönemin popüler modernist İslamcılarından Cemaleddin Efgani hakkında kaleme aldığı iki makaleye bakıldığında son derece övücü davrandığı, Mısırlı müftü Muhammed Abduh’u onun en önemli eseri saydığını görürüz. (s. 32-39, (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990). Ersoy Efgani ile hiç karşılaşmamıştır, ancak onun modern dünya ile yüzleşen İslam telakkisine yakın durmaktadır. Herkesin bildiği o meşhur mısrada “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” derken, benzer bir perspektifi ortaya koymaktadır.

Burada yeri gelmişken, Efgani ve Abduh gibi durduğu siyasi çizgiyi ifade eden bir şiirine kulak vermek uygun olacaktır:

Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abdu
Konuşurken neye dairse Cemaleddin’le,
Der ki tilmizine Efganlı:
- - Muhammed, dinle!
İnkılab istiyorum, başka değil, hem çabucak,
Öne bizler düşüp İslamı da kaldırmazsak,
Nazariyyat ile bir şeyler olur, zannetme
O berahimi de artık yetişir dinletme!
Çünkü muhtac-ı Tezahür değil üstadın...
Gidelim, bir yere, hatta şu bizim Sudan’a,
Yeni bir medrese te’sis edelim Urbana,
Daha üç beş de faziletli mücahid bulalım
Nesli tehhib ile, i’la ile meşgul olalım.
Çıkarıp gönderelim, hasılı şeyhim yer yer
Oradan alem-i islama Cemaleddinler,
Bu fakat yirmi yıl ister ki, kolay görmüyorum
Yirmi günlük işe bak sen...
- - Kulunuz ma’zurum
İnkılab istiyorum, ben de, fakat Abdu gibi
(Asım)

Ersoy’un farklı fikirlere karşı son derece müsamahakar bir tavrı (Günümüzün diliyle söyleyecek olursak demokrat tavrı) vardır. Hatta bu müsamahakarlık dini konulardaki bilgisizliğin eseri olan tuhaf yorumları kapsayacak ölçüde de geniştir. Dozy’nin meşhur “İslam Tarihi” isimli kitabını, herhalde kendi yaklaşımına da uygun bulduğu için çeviren Abdullah Cevdet’e ilişkin sözleri bu manada dikkat çekicidir.

“Abdullah Cevdet Efendi’nin tercüme etmiş olduğu Tarih-i İslam’ını (Dozy’den) müdafaa hevesiyle yazıp gazetenizin başına geçirdiğiniz uzun etekli, geniş kollu makaleyi tanıdıklarından birinin ihtarı üzerine okudum... Evvela şunu söyleyeyim ki bendeniz kimsenin akidesine müdahale etmek, kimsenin telakkıyat-ı vicdaniyesini teftişte bulunmak itiyadında değilim. Zaten Müslümanlık hiçbir ferde başkalarının itikadını teftiş hakkını vermemiştir; vicdan casusluğunu Kur’an sarahaten men’eder. Ahad şöyle dursun, Peygamber’de bile kulub-ı ümmet üzerinde murakebe hakkı yoktur. Kim, ben Müslümanım derse, nezd-i risalette Müslüman tanınır. Demek isterim ki şahsını şimdiye kadar hiç görmediğim Abdullah Cevdet Efendi acaba mü’min muvahhid midir? Yoksa mülhid midir? Sorup öğrenmek aklıma bile gelmemişti. Zaten bu seviyedeki adamların imanından bir şey kazanmayan Müslümanlık tabii ilhadından da asla müteessir olmaz.” (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında çıkan) Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 8-9).
Ersoy, şairliğini, sanatkarlığını bir misyon çerçevesinde görür. Onun derdi, milletinin, İslam aleminin kalkınması, gelişmesi bu zelil vaziyetten çıkmasıdır. Söz, bunu gerçekleştirmek için vardır.
Bir şiirinde şöyle der:
“Hayır, hayal ile yoktur benim alış verişim;
İnan ki her ne söylemişsem görüp de söylemişim,
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek;
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.”
Fatih Kürsüsü, 4. Kitap

Bizler Akif’in zamanına yetişemedik. İnsanların şiirlerini, yazılarını, fikirlerini bir ölçüde de onların canlı gerçekliği içinden kavrarız. Safahatı okuyan bizim sesimizdir, Akif’in değil. Her okuma biçimi nasıl anlamın bağlamına yeni sınırlar çizerse, şairin kendi sesi de sözle bağlamı başkalarına nispetle daha fazla bir araya getirir. Akif’i görmemiş olsak bile Taceddin dergahı ziyaretlerinde onun gündelik hayatını nasıl yaşamış olduğunu hayal edebilir, sesine ilişkin ise Mithat Cemal’in şu sözlerini hatırlayabiliriz:

“Üç esaslı sesi var: konuşma sesi, erkek sesi, müstehzi sesi. Bakarsınız, binlerce kaari ile iki kişi imişler gibi en ufak sesle konuşur. Sonra bakarsınız, bu kadar hafif sesle konuşan şair bir şehname kahramanının büyük sesiyle haykırır. Yahud yeni yaralanmış bir aslanın çığlığıyla bağırır. Sonra bakarsınız, içinde aslan ağzı açılan bu sesin şairi öksürüklü, ihtizazlı bir istihza sesiyle konuşur. Nihayet bakarsınız, kahraman sesi, konuşma sesiyle karışarak bir muhaverenin nisabını geçmiyen bir hamaset tonu alır...
Altı yedi Türkçe bilirdi: tekke, medrese, Tanzimat, Servet-i Funün,ev ve sokak Türkçesi.”
Mithad Cemal
Aynı dil dahi kendi içinde katmanlara sahip. Safahat’ı bu kadar canlı kılan, anlamın tüm katmanlarına nüfuz etmek için tüm bu dilleri seferber eden, yerli yerinde kullanan şairinin marifetidir.

Sözlerimi, zamanı yorumlayan, batı ile doğuyu karşılaştıran, Müslümanları eleştiren, onları göreve çağıran, tüm bunları yaparken o zor zamana rağmen umudu her zaman dile getiren şairin bu manadaki mısralarıyla bitiriyorum:

“Karşında ziya yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver, kalma yolundan
Alemde ziya olmasa halk etmelisin halk
Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk!”
Hakkın Sesleri.


Oturum başkanı: Sayın Mehmet Naci Bostancı’ya teşekkür ediyorum.

Şimdi de sözü Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay’a veriyorum.

Mehmet Âkifin çocuğa bakışı meselesi. Bu konuyu özellikle seçtim; çünkü, Mehmet Akif, zaten çocuğa büyük önem veriyor. Onun için de kısmen göstermeye çalışacağım fırsattan istifade; ama, bugün, her türlü meseleyle uğraşıyoruz, çocukla o kadar uğraşmıyoruz. Çocuklarımızın istikbali, çok da parlak mıdır onu bilemiyorum; ama, burada büyük bir ihmal olduğu veya yeterince ilgilenilmediği de muhakkak; çünkü, sokaklar sokak çocuklarıyla, tinerci çocuklarla, köprü altı çocuklarıyla ve benzeri birçok çocukla, kapkaççılarla dolup taşıyor. Bunlar bizim çocuklarımız. Demek ki, eğitimimiz onlara ulaşamıyor. Bunlar, çocukların, geleceğin istikbali diyoruz. Evet, doğrudur, çocukların üzerinde durulması, yeni problem de değildir; tarihin her devrinde vardır, Mehmet Akif döneminde de vardır. Mehmet Akif, bundan dolayı da 1910'da, 1911'de, 1992'de, 19913'te çıkardığı Sebilürreşad, Sıratı Müstakim Dergilerinde bu konuda eğiteme önem veren birçok yazılar yazmıştır.
Bu yazılarından birisinde diyor ki: "Bizi kurtaracak yegâne çare maariftir -yani, eğitim- maarifi sahihadır, maarifi hakikiyedir; -yani, sıhhatli, doğru ve gerçek eğitim, sahte eğitim değil- memlekete bunu sokarsak kurtuluruz. Maarifi nafia, faydalı maarif, hâlâ memlekete girmedi. Avam kısmı, halk, hiç okumuyor, yazmıyor. Okuyup yazanlar ise, ne dünyaya ne ahirete yarar bir yığın nazariyatla uğraşıyorlar. Eğer elbirliğiyle çalışırlarsa, eminim ki, kurtulacaksın, yoksa, kurtulma imkânı yok. Evet, din de maarifle kaim, dünya da. Dünyanın maarifle kaim olduğu böylece anlaşılır."
Bir başka yazısında "çocuklarımıza -bu nokta çok önemli- kendi terbiyemizi vermeye kalkışırsak cinayet işlemiş oluruz" diyor; yani, benim elli sene evvel, kırk sene evvel aldığım terbiyeyi ve bugün, 70 yaşında, 60 yaşında edindiğim tecrübeyi çocuğuma vermek istersem bu cinayet olur; çünkü, çocuk, benim yaşadığım şeyleri yaşamıyor; ama, geleceği yaşıyor, geleceği düşünüyor. Demek istediği de bu.
Hikmeti doğrudan doğruya Peygamberden telakki eden Cenabı Ali (Hazreti Ali) diyor ki: “Ciğerparelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız. İyice hatırınızda olsun ki, onlar, sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır”. İçimizde tahsil hayatının ne acıklı bir surette geçip gittiğini tahattur edemeyecek kimse var mı? Malumat namına kafamıza doldurduğumuz şeylerden ne istifade ettik? Düşünüyorum da, 8 yaşında ezberlediğim birçok ibareleri, ancak otuz sene sonra anlayabildiğimi görüyorum. Tabiî, 15 yaşlarındayken okuduklarımı anlayabilmeye ömrüm müsait olamayacak.
Bunun için de eğitimde inkılap yapılmasını istiyor ve eğitimin, mahalle mektepleri açmak suretiyle, halka yayılmasını istiyor. Bunun için Almanları örnek veriyor. Almanlar, 1871'den, hatta 1806'da Napolyon'un çiğnemesinde ve 1871'de tekrar Fransızları yenmelerinden sonra, felaketlerle karşılaştıkları zaman, ne yapacağız diye düşünmüşler. Onların akıllıları, âlimleri toplanmışlar, her birisi bir şey söylemiş Mehmet Âkif’in anlattığına göre. İçlerinden birisi de "eğitimi yaymalısınız, bütün avam tabakasına okutacak hale gelmelisiniz ve onların seviyesini yükseltmelisiniz; yoksa, bizim için hiçbir kurtuluş yok" demiş. Bir sürü deliller getirmiş ve onları ikna etmiş. Onlar da başlamışlar ve ondan sonra diyor, Almanlar, kısa zamanda, Batı medeniyetinin teknoloji yönünde de, ilim yönünden de, kültür yönünden de en yüksek seviyesine ulaştılar. Biz de öyle yapmalıyız diyor. Yalnız burada, o zamanki sübyan mekteplerinde, ilkokulda diyelim, tabiî, temel eğitime ağırlık verilmesini istiyor. Yazılacak kitapların hiç kimse tarafından anlaşılamadığını, ana baba tarafından bile anlaşılamadığını, bunların yeniden yazılması gerektiğini söylüyor. Yalnız, yazdırılırken, para vererek, mükâfat koyarak yarışma açmanın hiçbir manası olmadığını ve hakiki yazma kabiliyetine sahip olan insanların, bu tarz yarışmayla kitap yazmayacaklarını, bundan bir fayda çıkmayacağını söylüyor. Onun için, evvela, kitap yazabilecekler arasında bir imtihan yapılması gerektiğini, seçmeler yapıldıktan sonra, onlara belli miktarda parayla yazdırılması gerektiği söylüyor.
Şimdi, bu kısa izahattan sonra, Mehmet Akif'in, Safahat'ta, çocuklara hangi konularda, ne şekilde yer verdiğine dair, vaktinizi fazla almadan -zaman epeyce geçti- sizi de fazla yormadan, sabrınızı suiistimal etmeden, bazı örnekler vererek ifadeye çalışacağım.

Mehmet Akif, evvela diyor ki:
"Ne kadınlar, ne sefalet doğuranlar görürüz,
İşte binlerce çocuk, hem baba sağ hem öksüz.
Üç sınıf halka içim parçalanır hem ne kadar,
İhtiyarlar, karılar, bir de küçükler bunlar.
Merhamet görmeli, yüz görmeli insanlardan,
Yoksa, insanlığını bilmem nasıl anlar insan."
Çocuklara önem vermeyi böylece işaret ediyor.

Safahatın birinci kitabı, Fatih Camiini anlatır, ilk şiiri de odur. Orada Fatih Camiini anlatıyor. Babası, Mehmet Akif 8 yaşındayken, kız kardeşi de 6 yaşındayken, bunları Fatih Camiine, yatsı namazına nasıl götürdüğünü anlatıyor bu arada. Fatih Camiinde, bakınız, şimdi, hadisi şerife filan dayanarak, işte, 7 yaşında çocuk namaz kılmazsa tokatlayın vesaire falan diyoruz. Mehmet Akif bunlara hiç itibar etmiyor, eğitim bakımından. Diyor ki, zar zor gittik, işte, o zaman elimizde fener, yollar karanlık vesaire. Diyormuş ki "biz namaz kılacağız, orada yaramazlık yapmayın, yaramazlık yapacaksanız oturun burada diyormuş" babası; fakat, değerler nasıl veriliyor, o bakımdan önemlidir bu ifadeler, şimdi kendisinden okuyacağım. Yalnız "cemaat namaza durunca, hür ve azade, hasırların üstünde, camiin bir tarafından bir tarafına koşturuyorduk, kimse de bize bir şey demiyordu" diyor.
Şöyle diyor, bakın:

"Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: "Bu gece,
Sizinle camie gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun; (Yani, namaz kılın demiyor)
Meramınız yaramazlıksa, işte ev, oturun!"
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.
Namaza durdu mu, haliyle koyverir peşimi,
Dalar giderdi. Ben artık kalınca azade,
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde! (Demek o zaman halı da yokmuş)
Hayal otuz sene evvelki hali pişimden
Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben... (Diyor)
Yanında bir küçücük kızcağızla pek yaramaz (Kızkardeşi)
Yeşil sarıklı bir oğlan ki, başta püskül yok.
İmamesinde fesin bağlı sade bir boncuk!
Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır;
Biraz geçer, yine rayet misali dalgalanır!
Koşar koşar duramaz, akıbet denir "amin"
Namaz biter. O zaman kalkarak o pîr-i güzin,
Alır çocukları, oğlan fener çeker önde.
Gelir düşer eve yorgun, dalar pek asude"

Demek ki, burada, camiye götürmeyi... Bugün ben camide görüyorum, üç yaşında, beş yaşında çocukları getiriyorlar, güzel güzel oturuyor; fakat, birtakım yaşlı insanlar, çocukları azarlıyorlar, hiçbir ses çıkarmadıkları halde "niye namaz kılmıyorsun!" Bir tanesini gördüm, üç yaşında çocuğunu getirmiş, kucağında çıkarırken "sen namaz kılmadın, günah işledin11 diyor çocuğa. Üç yaşında çocuk günahtan anlar mı?! Bakın, bunlara cevap veriyor. Tabu, dinî eğitimin de burada yanlışlığı ortaya çıkmış oluyor.
"Hasta" şiirini hepiniz bilirsiniz, veremli bir okul öğrencisinin, 11-12 yaşlarında bir öğrencinin nasıl perişan olduğunu burada uzun uzun anlatıyor. Ondan örnek vermeyeceğim zaman almamak için; ama, insanların bu işlerde ne kadar lakayt kaldığını ve onun, âdeta, okuldan kovarcasına uzaklaştırıldığını ve onun da bu perişan hali bilerek ve onların kendi dertleriyle uğraşırken, faytona bindirdikleri sırada, ölümün ona nasıl yaklaşıp, alıp götürdüğünü ve sairi ifade ediyor. Yani, çocukla ilgili muhtelif manzaralar, görüntüler, tablolar.., Kare deniyor bugün; kare zaten fazla bir şey ifade etmez; ama, burada, belki video filmi diyelim bunlara; ama, hepsi gerçek; çünkü, yaşanmış şeyler.
"Küfe" şiirini biliyorsunuz, orada da, yine, 11 yaşlarında bir çocuk, babasının küfesini atmış sokağa "senin yüzünden; babam seni elli sene sırtında taşıdı, senin yüzünden Öldü" tekmeliyor çocuk küfeyi; fakat, oradan bir kadın, işte "o bereketli bir şeydir, baban onunla karnını doyurdu, onunla büyüttü, niye tekmeliyorsun" vesaire falan diyor; ama, o da, hem o müdahale eden kadına hem de erkeğe "sen ne anlarsın bu işten; babam o uğurda öldü, ben de öleceğim, ben bunu ne yapacağım" vesaire falan diye, çocuğun perişan halini anlatıyor. Sonra, şurada, birkaç gün sonra, pazardan gelirken, bir ihtiyarın yanında, küfesi sırtında bir çocukla karşılaşıyor; burayı okumak isterim size:

"Bir orta boylu, güler yüzlü ptr-i nurânt;
Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,
Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesadüfe bak:
Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim...
Şu var ki, yavrucağın hali eskisinden elim:
Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak...
Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!
Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!
Düğümlü alnının üstünde sade bir çember.
Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad;
Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdad.
Bu bir ayaklı sefalet ki, yalnayak, baş açık;
Onüç yaşında buruşmuş cebîn-i safi, yazık!"

Ondan sonra, rüştiye okulundan, giyimli çocukların çıkmasını ona karşı görüyor ve sonra diyor ki:

"Ki ezmek istedi görmekle reh-güzârında
İlelebet çekecek dûş-i ıztırârında!
O, yük değil, kaderin bir cezası ma'suma...
Yazık, günâhı nedir, bilmeyen şu mahkûma!"
Çocuğu, kaderin mahkûm ettiği bir şey olarak görüyor.

"Meyhane adlı şiirini biliyorsunuz. Orada da, yine, bir baba, devamlı içen, varını yoğunu kumara, içkiye vesaire veren, çoluğunu çocuğunu düşünmeyen; fakat, nihayet, bir gün meyhaneye, karısı dayanamayıp gelen bir olayı anlatıyor. Karısı, işte diyor ki "sen bu yüzden bütün varımızı yoğumuzu tükettin, bizi mahvettin, bir de hâlâ gelip içiyorsun. Çocuklar yüzünü görmüyor. Çocuk güzel çalışıyordu, dersini belliyordu, babamın yüzünü göremiyorum diyor. Kız büyüdü, kimse, bu sarhoşun kızı alınır mı diye yüzüne bakmıyor. Bizim halimiz ne olacak, gel artık" falan diyor. En sonunda, tabiî, o da "çık buradan" falan diyor, ağır laflar söylüyor, burada ifade edemeyeceğimiz laflar söylüyor, kadın da bayılıyor falan. Burada, çocukların, ailede, babanın vesairenin umursuzluğu, münasebetsizliği vesaire yüzünden neler çektiklerini vesaireyi falan anlatması bakımından enteresan.
"Mezarlık" diye bir şiir var. Orada da, başka bir çocuk var karşımızda. Kabirde, yanında annesi, Tebareke okuyan, çok güzel kıraat üslubu üzere, düzgün, babasının ruhuna Kur'an okuyan bir çocukla karşılaşıyoruz orada. Yalnız, burada şöyle bir şey diyor: Bu çocuğu, hayatın ve hayatta kalmanın, hayatta canlı olmanın bir tipi, örneği olarak görüyor. Çocuk hayata, o makber de mevte bir levha. Çocuğun babasının mezarı, ölüme bir levha, ölümün durumunu anlatan bir levha; ama, çocuk da, canlılığın, hayatın bir levhası.
"Bayram" şiirinde, yine, çocukların nasıl neşelendiklerini vesaireyi anlatıyor. Onların nasıl bebekler gibi sevindiklerini, nasıl güller gibi açtıklarını anlatıyor. Yalnız, mesela, salıncakta sallanmak isteyen fakat kalabalıktan sallanamayan bir şehit çocuğunun, babası Yemen'de bulunan bir şehit çocuğunun, kimsesizlikten nasıl ağladığını; fakat, orada birtakım kimselerin onun elinden tutup nasıl sallandırdıklarını, çocukları nasıl sevindirdiklerini vesaireyi falan ifade ediyor. Yalnız, burada bir beyiti var, onu okumak istiyorum Bayram şiirinin başında:

"Bayramda güler çehre-i masum-i sabavet.
Ümmîd çocuk sûret-i safında iyandır."

Çocukluğun masum yüzü bayramda güler; bütün ümitler, çocuğun saf görünüşünde ayan beyandır. Demek ki, çocukta istikbali görüyor ve gösteriyor.
"Selma" diye bir şiiri var. Selma dört yaşında ölmüş, kız kardeşinin bir kızı. Onun çektiği acıyı vesaireyi falan anlatıyor; ama, burada, tabiî, kız kardeşinin, gözünün önünde çocuğunun eriyip gittiğini gördükçe isyan edercesine ağlamasına karşı, bunun onu teselli etmesini; fakat, o sırada çocuğun ölmesi dolayısıyla da "senin hiç mi insafın yok, senin hiç mi kalbin yok" diye, Mehmet Akif'e çıkıştığını vesaireyi falan anlatıyor; ama, bu da diyor ki, "asıl, felakete sabredenler insandır" diyor; ama, kardeşi de buna diyor ki "ne taş yüreklisin, ah gitti evladım" diyor.
"Hürriyet" şiirinde, yine, çocukların oyunlarından vesaireden falan bahsediyor; ama, bunları değişik şekillerde tasvir ediyor. Çocuğu, bakın nasıl görüyor:

"Ya şu oğlan, şu tostopaç afacan
Ki fezalar gelir süruruna dar;
Taşıyor sanki sığmıyor kabına...
Kendisinden büyük de bayrağı ar!
Geçti mazi denen o devr-i melal,
Haydi fethet: Senindir istikbal."
Çocuğu böyle görüyor.
Şurada bir ifade daha var, özellikle dikkatimizi çekiyor, yine çocuklar için:
"Şu yumurcaklara bak; Sanki ezelden ahrâr!
Bağırın haydi çocuklar... Yaşasın hürriyet!!

Vesaire diye, çocukların nasıl hür doğduklarını, nasıl yaşamaları gerektiğini vesaireyi de ifade ediyor.
"Kocakarı ile Hazreti Ömer" şiirini biliyorsunuz. Orada, çocukların açlıktan nasıl kıvrandıklarını falan uzun uzun anlatıyor; ama, benim esas işaret etmek istediğim nokta şu: Halife Ömer, tabiî, o müthiş adaletiyle, sırtına un çuvalını alarak... Çünkü, Halife Ömer büyük bir mesuliyet altındadır. Diyor ki:

"Kenarı Dicle'de bir kurt kaparsa bir koyunu
Gider de adli ilahî sorar Ömer'den onu."

Tabiî, böyle bir mesuliyet altında olunca, o da ne yapıyor, gidiyor, o aç insanları doyurabilmek için, ambardan buğdayı, unu çıkarıyor, getiriyor, içinde çakıl taşları olan ve kaynatıp durduğu -çocukları avundurmak için- fakat, içinde başka bir şey olmayan tencereyi dolduruyor, pişiriyor, yemeklerini yediriyor. Yani, koca bir İslam Halifesi, İslam imparatorluğunun hükümdarı, aç ve susuz, kimsesiz çocuklara nasıl bizzat hizmet ediyor veya etmelidir, yakın olmalıdır, bunun mesajını da vermiş oluyor.
Şimdi, gelelim bir başka şiire. Bu şiiri biraz okuyacağım, ötekileri biraz hızlı geçtim. "Dirvas" diye bir şiiri var.
Kısaca anlatayım meseleyi: Dirvas, 11 yaşında bir çocuk. Emevîler devrinde yaşamış ve ikinci Hişam zamanında üç sene yağmur yağmıyor. Çölde, vahada, tarlalar kuruyor, çatlıyor, hayvanlar susuzluktan ölüyor, insanlar ölüyor, hatta, gençler ihtiyarlıyor, ihtiyarlar mevte dönüşüyor. Sonunda diyorlar ki, biz de insanız, halife de insan; kalkalım, gidelim, halifeye derdimizi anlatalım, herhalde bizi dinler, bir çare bulur. Onun üzerine, onlardan birisi diyor ki "Dirvas da gelsin bizimle." Dirvas, 11 yaşında bir çocuk, fakat, çok güzel konuşan bir çocuk; talakatıyla ikna etmediği kimse yok. Dolayısıyla, onu da alıyorlar ve Şam'a geliyorlar. Şam'da, saraya haber gönderiyorlar; İkinci Hişam, gelsinler diyor.

"Vaktâ ki girer şüyûh Şam'a,
Derhal haber gider Hişam'a:
Derler ki, beş on kabile geldi.
Der: Gelsinler saraya şimdi.
Birlikte çocuk dalar huzura.
Evvelce dua eder de sonra, (Yani, hükümdara şükran borçlarını filan sunar)
Hiç pervasız gider kelâma...
Lakin bu tuhaf gelir Hişam'a;
Der: Sus a çocuk, büyük dururken,
Söz sâdır olur mu hiç küçükten? (Bizim her zaman yaptığımız şey)
Dirvas o zaman kelâmı tekrar
Teshîr ile der: "Nedir bu azar!
Mikyası mıdır zekâvetin sin? (Zekî olmanın ölçeği yaş mıdır)
Dirvâs'ı çocuk mu zannedersin?
Bir dinle de sonra gör çocuk mu?
İnsaf nedir o sizde yok mu?
Ben söyleyeyim de bir efendim,
Susturmak elindedir efendim."

Yani, 11 yaşında bir çocuğu, Emevî Hükümdarı Hişam'a karşı böyle konuşturuyor. Daha enteresan şeyleri var, gelecek.

"Dirvas bakar Melik'te ses yok;
Mecliste değil ki ses, nefes yok;

Mu'tadı olan talakatıyle Başlar söze eski şiddetiyle:

"Üç yıl mütemadiyen kuraklar,
Emsali görülmemiş sıcaklar,
Samanımızı kuruttu gitti;
Mezrûâtm umumu bitti.
Binlerce çadır kapandı kaldı,
Çöl, mahşer-i mevt şekli aldı!
Şehrîleri besleyen kabâil,
Köy köy geziyor zelîl ü sâil!
Matemlere cûd eden o urban,
Nan pareye can verir bugün can!
Çıplakları giydiren de üryan,
Gömleksizdir zükûr ü nisvan!
Açlık ecelin zahiri oldu:
Baştan başa çöl cesetle doldu.
Her kuşede bin acıklı feryâd...
Yok bir yerden sada-yı imdad.
Şubbân (gençler) bütün ihtiyara döndü!
Pîrân görsen mezara döndü!
Yok validelerde süt ki: Tutsun,
Evladını emzirip uyutsun.
Zannım, bize münfail ki Mevla:
Bir bâdiye halkı yandı, hâlâ ,
Bir damla su inmiyor semadan,
Şebnem bile düşmüyor duadan!
Binlerce duaya bir icabet
Göstermedi bargâh-ı rahmet.
Artık sana ilticaya geldik,
Reddetmez isen ricaya geldik:
Görmekteyiz ey Emîr-i adil,
İnkârı bunun değil ya kaabil
Yok sendeki ihtişama pâyân:
Bizlerse alay alay sefîlân
Bir yanda demek ki fazla var çok;
Hayfa ki öbür tarafta hiç yok.
Öyleyse biraz tevazün ister.
Evvel beni dinle sonra hak ver:"

Şimdi, şu söyledikleri şeye özellikle dikkatinizi çekiyorum: Benim diyen sosyalist söyleyemez bunu:
"Nerden buldun bu ihtişamı? Halkın mı, senin mi, Hâlik'ın mı? Allah'ın ise eğer bu servet,

Bizler de onun kuluyken, elbet Bir pay talebinde hakkımız var... İnsaf olamaz bu hakkı inkâr. Halkınsa şu bî-nihayet emval; Ver, etme hukuk-i gayri pâmâl. Yok; böyle de olmayıp da kendi Mâlin ise -çünkü fazla- şimdi, Bî-vâyelere tasadduk eyle... Dördüncüsü varsa haydi söyle!" diyor.
Mantıkta, kıyası mukassem denen bir kıyas vardır. Yani, Fatih Sultan Mehmet'in ilk tahta çıktığında, babasını tekrar tahta çağırması esnasında söylediği gibi, İşte, padişahsan gel tahta otur, ben padişahsam, emrimi dinle gel otur dediği gibi; yani, iki uçlu, iki taraftan da kurtuluş yok. Burada da, Mehmet Akif, Dirvâs adındaki 11 yaşındaki bu çocuğa, hükümdar Hişam'ı susturabilmek veya ikna edebilmek için böyle bir kıyası mukassem yaptırıyor. "Dördüncüsü varsa haydi söyle..." Çünkü, hiçbirinin altından kalkacak durumu yok. Kendisinin de olsa, halktan da almış olsa, Allah da vermiş olsa, hepsinde insanların hakkı var diyor.
"Mebhût ederek bu söz Hişam'ı, Huzzara demiş: "Görün kelamı! Yok bende cevab-ı redde kudret... Hayret, bu civan-dehaya hayret! İcab ediyor ki şimdi insaf: Mes'ulü hemen olunsun is'af."
Demek ki, bu çocuğun isteklerini yerine getirmek bizim için bir zaruret oluyor diyor, derhal getirin diyor ve getiriyorlar.
İşte, Mehmet Akif, çocuklara bu rolleri veriyor.
Bu bitti; ama, bir şey söylemek istiyorum.
Ben, Mehmet Akif konuşmalarımın hepsini, Mehmet Akif'in kısa bir şiiriyle bitiririm: Müsaade ederseniz Sayın Başkan, geçen sene de okudum; Safahat'ta olmayan bir şiiri; 1986'dan sonra alındı ve Mehmet Akif'e de, 1925'te birtakım gençler "kör, beyinsiz, sağır" falan diye bağırtılmış, aleyhinde konuşturulmuş, ona verdiği bir cevaptır bu. 1946'da Hareket Dergisinde yayınlandı, ondan sonra, 1986'da bazı Safahat neşirlerine alındı.

Şöyle diyor Mehmet Akif, kendisine "kör, beyinsiz, sağır" diyenlere:
"Ne yapsam, neyle kurtarsam, şu yatmış inleyen halkı
Deyip ezberde olsun gezdiğin vaki midir şarkı?
Benim beynim sağır yahut gözüm körmüş.
Peki, lakin, senin görgün yolundaymış da, keskinmiş de idrakin.
Ne gördün, söyle evladım, ne duydun lütfen izah et;
Hayır, hacet de yok izaha, pek meydan da mahiyet.
O mahiyet, fakat iğrenç; o mahiyet fakat çirkin.
Niçin dersen, sıkılmak hissi insanîsi yok ilkin.
Evet, beynim sağırdır, çünkü kâinatım hep feryat.
Gözüm görmez evet, zira muhitim hep karanlıktır.

İşitmem başka bir ses, milletim eylerken istimdat Fakat, sinemde imanım müebbet fecri sadıktır. Kör olmaz ağlayan gözler, sağırlaşmaz tutuşmuş beyin. Yaşarmaz gözle, yanmaz beyni hilkat addeder bir şeyn Geçilmez kahkahandan her taraf yangın içindeyken. Yanan bir sineden lakin ne istersin, nedir öfken? Beraber ağlamazsın, sonra kör dersin, sağır dersin. Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin hem ürpersin. Ne ibret, yok mu bir bilsen, kızarmak bilmeyen çehren, Bırak tahsili evladım, sen ifkin bir haya öğren."

Oturum başkanı: Sayın Bolay’a değerli açıklamaları için teşekkür ediyoruz.

Hiç yorum yok: